29 Mart 2014 Cumartesi
Dünya Hepimize Yeter - Isaac Asimov
Geçen senenin hemen başında okumuştum Dünya Hepimize Yeter'i, Asimov'la tanışma kitabımdır ayrıca.
2013'ün hemen başındayken okuduklarım hakkında büyük çaplı notlar almıyordum, bu yüzdendir ki bu kitabın öyküleri yorumsuz kaldı, umarım günün birinde tekrar okuyabilirim. Bakıyorum da öyküleri unutmaya başlamışım bile. Ama kitabın genelindeki o enfes tadı unutamam tabii ki. Birbirinden güzel on beş öykü.
Benim içlerinde en sevdiğim Düş Görmek Özel Bir İştir olmuştu. Bunun peşi sıra Eski Mutluluklar ve Fıkracı öyküleri de aklımda yer etmiş bulunmakta. Eski Mutluluklar epey düşünmeye itmişti. Beni en çok hayrete düşüren öykü ise Özgür Seçim olmuştu.
Diğer öykülerden bahsetmemem, onları sevmediğim anlamına gelmiyor elbette. Birçoğunu unutmuşum dedim ya.
Muhteşem bir Asimov öyküleri derlemesi Dünya Hepimize Yeter. Bilimkurgu öyküleri severlere önerilir. Ama kitabı bulmanız oldukça zor.
Deliliğin Dağlarında - Howard Phillips Lovecraft
Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.
İlk defa Lovecraft okudum. Aslında Cthulhu Mitosu'yla tanımak gerekirdi Lovecraft'a, benim de amacım oydu lakin bulamadım hiçbir yerde ve elimde olan kitapla başlayayım dedim.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, çok ağır bir kitap Deliliğin Dağlarında. Okumayanlar ve merak edenler öyle macera kitabı beklemesinler sakın. Bilimsel ve felsefik yönleri daha fazla. Ha elbette bir macera söz konusu fakat kitabın yazıldığı tarihi de göz önünde bulundursak bunun günümüz macera kitaplarından çok farklı olduğunu söyleyebilirim.
Konu kısaca şöyle: Miskatonic Üniversitesi'nden bir keşif grubu helikopter ve benzeri uçan araçlarla Antarktika'ya gidip bölgeyi keşfe çıkıyorlar. Everest ve Himalayalar'dan bile daha yüksek dağlar ve dağlara oyulmuş mağaralar görüyorlar. Bu ve bunun gibi ilginç coğrafi şekiller karşısında hayrete düşen ekip, milyonlarca yıl önceki olayları açığa çıkaracak olan mağaralara adım atıyorlar.
Bu dehşetengiz şeylerin gün yüzüne çıkmasından itibaren gerilim havası da iyiden iyiye hissediliyor. Kitabın sonlarına doğru özellikle daha da baskın olabiliyor bu durum. Fakat "korku" olgusu bulunmuyor pek. Yani ben korkmadım, korkabileceğim bir şey yoktu çünkü. Ama gerildiğimi itiraf etmeliyim. Sayfalarca tasviri soluksuz okuduğum dakikalar oldu. Tüylerim ürperdi bazı kısımlarda.
Biraz LeGuin'in tarzını andırdı bana Lovecraft. Diyalogsuz geçen sayfalarca tasvir ve sadece olayı anlatma arzusu. Bu durumda Levecraft, LeGuin'in etkilendiği kişiler arasında olabilir. Ama tabii ki bu bir tahmin. Olmayabilir de.
Sayfalarca tasvir demişken, evet bu doğru, "neredeyse diyalogsuz" bir kitap bu. Ve bilimsel terimler de bir hayli fazla. Bu yüzden herkesin okuyabileceği türden değil. Ben de itiraf etmeliyim ki, kolay bir okuma olmadı, zorlandım biraz. Ama bir kitabı yarım bırakmak adetim değildir. Bu yüzden sonuna kadar okuyup bitirdim.
Bitirdiğim için de pişman değilim açıkçası. Çünkü okuduğum birçok yoruma göre, harcadığı zamana üzülenler, bu mudur Lovecraft diyenler, daha iyi bir şeyler beklediğini söyleyenler mevcut. Ben öyle düşünmüyorum en azından. Sıkılmadan, yavaş yavaş okudum. Lovecraft'ın tarzı hakkında az da olsa bilgim olmuş oldu böylelikle.
Umarım yakın zamanda da Cthulhu'yu okuyabilirim.
İsyan Öyküleri - Hamit Çağlar Özdağ
Ağustos, 2013'te yazılmıştır.
Töre: Kitabın ilk öyküsü "Töre", ülkemizdeki töre belasına değiniyor. Yazar son derece naif bir dille, öyküyü sondan başa doğru yazmış adeta. Genç bir kızın tasviri selamlıyor bizi ilk satırlarda. Daha sonra ise şimdiki zaman eşliğinde kızın yakın geçmişi anlatılıyor. Sona yaklaştıkça gerçekler su yüzüne çıkıyor ve içimiz sızlıyor.
Kılıç: Ağabeylerini çirkin ve gereksiz bir savaşta kurban veren küçük bir çocuğun feryadı dağlıyor yüreklerimizi. "Hızır Dede, koş, kurtar beni..." diyor çocuk Yardım için geliyor hızır. Yalnız da gelmiyor üstelik. Anadolu'yu, Mezopotamya'yı, Kafkasya'yı da alıp geliyor. Ve daha nicelerini. Etkileyici bir dil ve anlatım hakim bu öyküye.
Alice Anadolu Diyarında: İsiminden de anlaşılacağı üzere, Harikalar Diyarı'nda gezinen küçük bir kız olarak tanıdığımız Alice'in Anadolu'ya gelişi üzerine kurulu bir öykü bu. Tiftiği Bol Mor Teke ile tanışan Alice, onun kılavuzu eşliğinde Anadolu'yu karış karış geziyor. Anadolu'nun olumlu ve olumsuz yönlerini görerek, Anadolu ve Anadolulu'nun farkını anlıyor. Ve tabii biz okurlar da.
Melekler Hata Yapmaz: Bu öyküdeki karakterler meleklerden oluşuyor: Mikail, Azrail, Münker Nekir, Kiramen Katibin ve Şeytan.. Ne mi anlatılıyor? Kısaca insanların akıllarını kullanmayan, habis varlıklar olduğunu. İşlerde bir terslik olduğunu sezen Cehennem Başmeleği Şeytan, yücelere bir dilekçe yazıyor. Tek bir isteği var aslında. Dilekçeyi okuyup gerçeklerin farkına vardığımızda ise sarsılıyoruz bir kez daha.
Hayalet: Yazarın da yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz Yaser'i anlatan bir öykü bu. Hani Yaser intihar etmeye karar vermeseydi eğer, bir şekilde kurtulabilseydi canilerin elinden ve yaşadıklarını anlatmaya karar verseydi, aşağı yukarı bu öyküde anlatılanları yazardı. Demek istediğim, çok gerçekçi olduğu, Özdağ'ın etkili bir dille yazdığı ve okuyanları hayretler içinde bıraktığı.
"İnsan bilinçli yediği halttan utanmaz elbet."
"Adalet yerini bulmadıkça, Yaser ve Yaser gibiler, inadına yaşayacak..."
On İki Can: "Evlatları Afgan yurdunda şehit düşen on iki ailenin kızıl acısı bu..." diyor yazar bu öykü için. On iki canın anlamsız ölümünü dillendiriyor. Bir isyan dalgası yükseliyor cümlelerden. Kandırılına insanlar, onları kandıran insanlar ve bir hiç uğruna yitip giden canlar anlatılıyor. Ölümün daha üstün bir mertebe olduğuna inandırılıyor binlerce gözü yaşlı anne, baba. "Şehit" ve "Vatan" diyerek kandırılıyor milyonlarca insan. Üç yapmacık kelime iyice harlıyor ateşi: Başınız sağ olsun." Peki boş bir dava uğruna ölen bu gencecik evlatların hesabını kim verecek? Bizler susmaya devam ettikçe hiç kimse. Hatta yenileri eklenecek emir kulu askerciklere...
"Çocuk aklı ermez bu işlere... Büyük olmak lazım gerçeği görmek için... Baştakilerin çizdiği dünyayı miniklerin algılamasını beklemek olmaz..."
"Ölümle değildi tabiatın derdi; ölümü haklı gösterenlereydi kini."
Portakal Kardeşliği: Bilimkurgusal yönü ağır basıyor bu öykünün. Ama okuru güldüren yanları da yok değil. Aslında ağlanacak halimize gülmemizi istemiş Özdağ, bu bariz bir şekilde belli oluyor. Güzel bir kurgu oluşturmuş ve önceki öykülere nazaran farklı bir açıdan, teknolojik yönden irdelemiş hayatımızı. Okurken aklıma çok kısa bir süre izlediğim Black Mirror dizisi geldi. Finalde okuru sorgulatmayı da başarmış. Kitaptaki en sevdiğim öykü bu oldu.
Kıyamet: Beş sayfalık kısa bir öykü "Kıyamet". Yazar, insanların yapmış olduğu türlü kötülüklere karşı kıyameti reva görüyor. Ve başlıyor kendi hayal gücüyle kıyameti anlatmaya. "Etti insan, buldu insan," diyor en sonda da.
"Şehirler yerle yeksan, hayatlar bitik, hayaller suskun."
İncir Ağacını Kuş Diker: Kitaba da ismini veren bu öykü aslında tam olarak öykü sayılmaz. Çünkü masalsı bir anlatım hakim. İncir ağaçlarını kuşların diktiğini iddia ediyor Özdağ ve gene hayal gücünü konuşturuyor. Hoş, bu iddiasını güçlendirecek tezlere de sahip aynı zamanda ve onları bizimle de paylaşıyor. Bir kütüphane üzerinden girdiği konuda olayları birbirine ustaca bağlayarak Sivas'ta yaşanan Madımak katliamına da selam gönderiyor. Etkileyiciydi. En sevdiğim 2.öykü oldu.
"Bu kadarla da kalmamış aydınlanma, ilahiyattan medet uman cübbeliler de almış bilginin araladığı kapıdan nasibini. Kutsal denen kitap müsveddelerinin ucu bucağı belirsiz safsatalarına mantığın sualleri kalkan olmuş."
Kusursuz Bir Gün: İlk dokuz öyküye göre oldukça farklı bir öykü bu. Kusursuz Bir Gün'de yazar içimize su serpiyor resmen. İçimizi burkan onca satırdan sonra kitabın son öyküsü mutlu hissettiriyor okuru, ki amaç da bu zaten: Hala bir yerlerde sevginin var olduğunu hissetmek, ona ulaşmanın hiç de zor olmadığını bilmek ve umutla bakmak dünyaya. "Mutluuuu oooolmak içiiiin şu anda, biiiir çok neden var aslındaaaa...!" diyor Hamit Çağlar Özdağ.
Son olarak şunu da ekleyeyim. Bazı öykülerin başında resimler mevcut ve bu resimler Bora Helvacıoğlu'na ait. Çok hoş resimlerle süslemiş kitabı, ellerine sağlık diyeyim en azından.
28 Mart 2014 Cuma
Dorian Gray (2009)
Yönetmen: Oliver Parker
Senaryo: Toby Finlay
Yapım: İngiltere
Tür: Dram, Gerilim, Fantastik
Süre: 112 dakika
IMDb Puanı: 6.3
Oyuncular: Ben Barnes, Colin Firth, Rebecca Hall, Ben Chaplin, Rachel Hurd-Wood
Sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleyenlere, 20 puan! (Okuma Şenliği Bahar 2014)
Kısa bir süre önce Dorian Gray'in Portresi'ni okumuş ve yorumumu da bloga girmiştim. Sıra filmindeydi ve kısa bir araştırma yaptıktan sonra, sinemaya uyarlanmış olan son filmi izlemeye karar verdim ve bu film 2009 yapımı "Dorian Gray"di.
Filmi izlemeden önce IMDb puanına bakmış ve çok düşük olduğunu görünce biraz üzülmüştüm açıkçası. Dorian Gray bence vasat bir film. Vasat olmasının ise yalnızca bir nedeni var: kitaba bağımlı kalmaması. İşte bütün mesele bu.
Yönetmen Oliver Parker'ın imzasının olduğu işlere şöyle bir baktığımızda kendisinin Oscar Wilde hayranı biri olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Hal böyleyken, bu filme giriştiği esnada senarist Toby Finlay'nin senaryosunu okuyup müdahale etmeliydi bence. Eğer ufak bir müdahale etmiş olsaydı, durum çok daha iyi olabilirdi. Bu durum Parker'a yakışmadığı gibi, Finlay'nin kariyerinde de bir leke olarak kalacaktır.
Oysa "vasat" dememi gerektirecek birkaç sahne de tıpkı kitaptaki gibi olsa, tadından yenmeyecek, çok iyi bir uyarlama olarak akıllarda yer edecekti. Evet, yalnızca birkaç sahne değişmiş sinemaya aktarılma esnasında, ki bence en önemli sahneler de zaten bunlar. Sibyl Vane'in ağbisi James Vane'le Dorian'ın arasında gerçekleşecek olan çatışmalar olması gerektiği aktarılmadığı gibi, kitaptaki o vurucu final de filmde değişikliğe uğramış. Olmamalıydı.
Ama tüm bunlara rağmen, kitaptan bağımsız ele alırsam dört dörtlük bir filmdi diyebilirim. Tek bir saniyesinde bile sıkılmadım, akıp gitti film. Oldukça doyurucuydu. Kitaptaki hava filme çok iyi aktarılmış. 19.yy. İngiltere'sini zaten hep sevmişimdir, bu film sayesinde bir kez daha sevdim.
Dönemin havası, karakterler ve diyaloglar da yine olması gerektiği gibiydi. Her ne kadar kitaptaki derinliğe ulaşamasak da, hoş bir seyirlik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Dorian Gray kitaptakinden çok farklı bir şekilde filme aktarılmıştı, hatalardan biri de buydu fakat Ben Barnes'in oyunculuğunu sevmiş olmam, bunu görmezden gelmem için yeterli bir sebep. Basil Hallward'ı oynayan Ben Chaplin ressamlık rolünü gayet iyi kotarmış ama daha da önemlisi Lord Henry Wotton rolüne cuk oturan Colin Firth. Harikaydı, izlerken çok keyif aldım.
Son olarak Sibyl Vane'i oynayan Rachel Hurd-Wood'a değinmek istiyorum. Güzelliği gözlerimi kamaştırdı. Rolü çok azdı, oyunculuğu için bir şey söyleyemeyeceğim henüz zira ben o sıralar gözlerinin içerisinde kaybolmaktaydım. Hemen IMDb'ye koşup filmografisine göz attım ve kesinlikle "sırf o oynadığı için" diğer filmlerini de izleyeceğim.
Kitabı okuyanlar kesinlikle izlemeli, okumamış olanlar da okuyup izlemeli.
Kayıp Kılıç - Bekir Sert
İlk iki kitaba kıyasla daha kısa bir kitap "Kayıp Kılıç".
Kısa olması herhangi bir sorun teşlik etmese de, serinin gerektiği gibi bitmediğini belirtmek isterim. Yani beni pek tatmin etmedi sonu.
Bekir ağbinin de affına sığınarak birkaç eleştiri yapmak istiyorum.
Son kitaba geldiğimiz halde birçok karakteri zihnimizde canlandırabilecek bir malzemeye sahip değiliz ne yazık ki. Karakter betimlemelerinin yetersiz oluşu, bu gibi sorunlarla karşılaşmamıza neden oluyor.
Bir diğer nokta ise diyaloglar. Serideki bütün diyaloglardan bahsetmiyorum tabii ki, ama arada bir takılıp kaldım bazı yerlerde. O an söylenmeseymiş de olurmuş, dediğim diyaloglar çıktı karşıma zaman zaman. Basit geldi biraz açıkçası.
Evet, ufak eleştirilerimi yaptım, şimdi içeriğe geçebilirim tekrar.
Kayra, Odnar adlı ejderha ile yüzleştikten sonra kendisine bir yol haritası çiziyor ve bu doğrultuda ilerliyor. Amacı ise Kayıp Kılıç'ı bulmak. Diğer yanda ise savaş yaklaşmakta. Uejrah ve Karagem askerleri çetin bir savaşın içerisine sürüklenmekteler.
Kayra, Kaılı Kılıç'ı bulacak mı? Sevdiği kadına kavuşacak mı? Savaşın seyri nasıl olacak? Bu gibi soruların cevapları ise kitapta gizli.
Ufak tefek hataları görmezden gelirsem eğer, Lahiteki Sır serisini okurken çok keyifli dakikalar geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Sevgili Bekir Sert'e teşekkürlerimi sunuyorum ve kendisinden yeni fantastik kitaplar beklediğimi belirtmek istiyorum.
Kızıl Kule - Bekir Sert
İlk kitaba oranla daha olgun bir kitap "Kızıl Kule".
Hikayemizin ana karakteri Kayra'nın gelişim sürecini okuyoruz kitap boyunca. İlk kitaptaki belirsizlik kırılıyor ve merak edilen sorular bir bir cevaplanıyor. Epey hızlı ilerleyen bir ilk kitaba göre bu kitabın temposu biraz yavaş. Zaten ben de Kızıl Kule'yi daha çok sevdim.
Kayra bir yandan tüm bu yaşananlara bir cevap bulmaya çalışırken, bir yandan da geçmişiyle yüzleşiyor. Savaşa ara verdiğimiz bu kitapta Kayra, annesi Asel'e kavuşuyor ve anne oğulun arasındaki ilişkiyi gözlemleme fırsatı buluyoruz.
İlk kitapta bölümlerin fazla ve her birinin kısa olması, hikayeyi sekteye uğratıyordu. İkinci kitapta bu sorun bir nevi giderilmiş, bölümlerin sayfa sayısı arttırılmış. Böylesi daha iyi olmuş bence.
Elbette halen daha eksiklikleri bulunuyor serinin. Özelikle gece gündüz değişiminde bir problem var ve ister istemez kafama takıldı. Aynı gece içinde uyanıp olaylar yaşamak, tekrar uyumak ve tekrar uyanıp birkaç şey olduktan sonra, halen daha sabah olmaması ve karakterlerin tekrar uyumaları en çok gözüme batan şey oldu. Her neyse.
Çok heyecanlı bir finale sahip kitap, bu yüzden hemen son kitaba geçmek istiyor insan. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de bu serinin finalini merak ediyorum.
Ejder Kral - Bekir Sert
Bekir Sert'in daha çok çocuklara yönelik olarak adlandırabileceğimiz "Lahitteki Sır" adlı üç kitaplık fantastik serisinin ilk kitabı "Ejder Kral".
Romanımızın ana kahramanı on sekiz yaşındaki Kayra adında bir genç. Babası öldükten sonra annesi ile hayatına devam eden Kayra, kılıç ustası olma hayalleri kuran bir gençtir. Nüfusu yüz binin üzerindeki bir köyde yaşamaktadırlar ve en yakın arkadaşı Alvin ile birlikte kılıç ustası olmak için gereken yaşa gelmelerini beklemektedirler.
Sıradan bir günde, ormana odun toplamak amacıyla giden Kayra, tanımadığı insanlar tarafından kaçırılır. Fakat bu insanlar kötü amaçlı değildirler, Kayra'yı gözlerden uzak bir şekilde eğitmek, onu, yaklaşan savaşa hazırlamak niyetindedirler.
Kayra, bir anda kendini geleceğin kurtarıcısı rolüne soyunmuş genç bir adam olarak bulur. Gün geçtikçe, kılıç ustası Yusfin tarafından eğitilen Kayra, kendine özel uçan bir yaratık olan reyne de sahip olacaktır.
Akil, Feyl, Yusfin, Alvin, Kutan, Buvaldur gibi ilgi çekici karakterlerle dolu olan kitap, oldukça akıcı ve bu sayede hızlı okunuyor. Bekir Sert'in anlatım tarzı okuru sıkmayacak türden. Yalnız şunu belirtmem gerekiyor, çok detaylı bir kurgu beklemeyin bu kitaptan. Mütevazı bir kurguyla okuruna hoş dakikalar yaşatıyor yazar.
Kitabın yarısından fazlası savaş sahneleri üzerine kurulu. Fakat karakter betimlemeleri biraz yetersiz olduğundan, zihnimizde canlandırmamız zor. Yazarın eksiklerinden biri bu.
Karegem Krallığı ile Uejrah Krallığı arasında, bir çocuk kitabına nazaran bir hayli fazla karaktere sahip hoş bir ilk kitap Ejder Kral.
26 Mart 2014 Çarşamba
Dorian Gray'in Portresi - Oscar Wilde
Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde'in edebiyat tarihine harikulade bir armağanı. Wilde'in ilk ve tek romanı bu. Tek kitapla bu denli etkileyici bir kurgu kaleme almak her yazarın harcı değil, bu konuda hemfikiriz sanırım. Bu yüzden Wilde, bu yönüyle beni kendine hayran bıraktı.
Kitaba gelecek olursam eğer.
Dorian Gray fevkalade yakışıklı bir gençtir. Kusursuz bir simaya sahip oluşu, Basil Halward adlı ressam dostunun kendisine hayran olmasının sebeplerinden yalnızca biridir. Basil, kelimenin tam anlamıyla Dorian'a tapan bir adam. Hatta Dorian'ın güzelliği ve muhteşemliğinin, kendisinin sanatında başrol oynadığını iddia etmektedir.
Basil'in yaptığı resimlerin birçoğunun sebebi ise yine Dorian'dır. Dorian'ın resimlerini çizmeye bayılan Basil, günün birinde yine Dorian'la randevulaşır ve onun geleceği anı beklemeye başlar. Dorian geldiğinde onun portresini çizecektir fakat o esnada Basil'in en yakın arkadaşlarından biri olan, dönemin cemiyet hayatının ileri gelenlerinden Lord Henry de oradadır ve Basil'in sürekli bahsettiği şu meşhur Dorian Gray'le tanışmak ister.
Lord Henry'le tanışan Dorian, hayatta izlemeye değer tek şeyin güzellik olduğunu savunan bu kişinin görüşlerine hayran kalır ve onunla iletişimini ilerletir. Bu düşünce Dorian'ı o an için o kadar etkiler ki, Basil'in yaptığı harikulade portreye bakarak, kendisinin hep genç ve güzel kalmasını, portrenin ise yıllar içinde yaşlanıp dökülmesini ima eden cümleler sıralar. Hayatın anlamını tam o anda çözmüş hisseder Dorian ve bu Lord Henry sayesindedir.
Sibly Vane adında bir tiyatrocu kadına aşık olan Dorian, onun da kendisine karşı aynı duyguları beslemesi sonucu Sibly'le nişanlanır. Dorian günün birinde Henry ve Basil'i kadını izlemek için tiyatroya götürür, normalde olağanüstü bir oyuncu olan Sibly'nin o günkü performansı berbattır ve işbu sebeple Dorian kendisini arkadaşlarının yanında rezil ettiği gerekçesiyle kadından ayrılır, bu andan sonra Sibly'nin hayatı alt üst olur.
O an bu isteğinin (kendisinin genç kalması, portrenin yaşlanması) gerçekleştiğini bilmeyen Dorian, bunu zamanla kavrayacaktır. Bu gerçek onu yüzleşmekten kaçındığı benliğiyle baş başa bırakacaktır. Bir süre sonra ise artık hiçbir şeyi takmamaya başlayan Dorian, tamamen hayatın hazlarına yöneltecektir kendisini ve sırrını saklayarak ölümsüz olmanın keyfini sürecektir. Ta ki sakladığı bu gerçek bir kişi tarafından öğrenilene dek.
Genç, güzel, yakışıklı, kusursuz kimliklerinin yanına bir de "katil" sıfatını ekleyecektir Dorian ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çöküş ve gerileme dönemi başlamıştır Dorian Gray için...
Kitabın finali önceden tahmin edilebilir olsa da, (en azından benim tahmin ettiğim gibi çıktı) bu, okuru etkileyen bir final olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Kitap, basıldığı 1891 yılında İngiltere'de "ahlaksızlığı yücelttiği" gerekçesiyle çeşitli kesimler tarafından tepkilerin odağı olmasına rağmen, o dönem toplumunun düşünce yapısını gözler önüne serer. İnsan ruhunu ve psikolojisini fantastik bir boyut kazandırarak anlatan bu roman, günümüzde hala bir klasiktir ve aynı vurucu etkisini sürdürür.
Wilde, romanının üç ana karakteri için şöyle demiştir: “Basil Halward, ben olduğumu sandığım kişidir; Lord Henry dünyanın ben sandığı kişidir; Dorian ise benim olmak istediğim kişidir, belki başka bir çağda…”
Wilde yaşamı boyunca baskı görmesine ve parasızlık çekmesine karşın, George Bernard Shaw’un deyişiyle “ruhunun yenilmez neşesi”ni her zaman koruyabilmiştir.
Son olarak kitabın aforizmalarla dolu olduğunu belirtmekte yarar var. Not alarak okunmalı bence, birbirinden güzel cümleler bir kez okunup geçilmemeli. Kitap hakkında söylenecekler aşağı yukarı bu kadar.
Kitaptan uyarlanan birkaç film var ilk izleyeceğim ise, Oliver Parker'ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu, Ben Bernes'in ise başrolde olduğu 2009 yapımı "Dorian Gray".
Her kitapsever okumalı Dorian Gray'in portresini.
Greystorm Dördüncü Cilt: Makatea Savaşı - Antonio Serra / Stefano Vietti
Uzun bir aradan sonra son cildi de okuyup seriyi tamamladım. Makatea Savaşı, ilk üç cilde kıyasla biraz daha kalın. Kalın olmasının sebebi aslında seride geçen, Robert Greystorm'un tasarladığı teknolojik araçların tanıtımı ve bir de yan hikaye barındırıyor olması. Bunun haricinde "ana hikaye" öncekilerle aynı uzunlukta. Bu sayıyı "özel cilt" yapan ise ek bilgiler ve dediğim gibi yan hikaye.
Nedir bu yan hikaye? Hoanui ve Mili'nin Londra'da geçirdiği yıllardan ufak bir kesit. Bu bölümleri okumak çok keyifliydi benim açımdan. Kronolojik sıralamada ortalarda bir yerde yer alıyor ama bu kısım, sadece kurguyu bozmamak adına en son cilde saklamış yazarlar Antonio Serra ve Stefano Vietti. Güzel de düşünülmüş. Hoştu.
Jules Verne'e kocaman bir selamın çakıldığı Greystorm serisi böylelikle son buluyor. Doğa ve bilimin karşı karşıya geldiği güzel bir hikayeydi. İnsanın nasıl hırsına yenik düştüğünü, amaçları uğruna her şeyi yapabileceğinin bir kanıtıydı adeta. Robert Greystorm çok zeki olmasına rağmen aşırı gücün kurbanı oldu. İcatlarını daha yararlı bir şekilde kullanabilirdi fakat o aksini seçti ve kaybetti.
Greystorm Üçüncü Cilt: Takıntı - Antonio Serra / Stefano Vietti
Haziran, 2013'te yazılmıştır.
"Bilmek her şeyden önce gelir. Acı ve merhametten de önce."
"Dünyada çok az avcı var... Çoğu av olarak kalır."
"Gerçek hızla sana doğru gelecek... Ona karşı koymak için hızla koşacaksın ama bu bir şeyi değiştirmeyecek."
Genel Değerlendirme: İlk üç ciltte heyecan hep hat safhadaydı, daha ilk sayfalardan "kaliteli" bir şeyler okuyacağını fark ediyor okur. Bunu her çizgi roman başaramaz mesela zira klişelerle dolu çizgi romanlar oldukça fazla.
Çizgi roman sektörüne çok, çok fazla saygı duyan biri olarak, çizimlere herhangi bir laf söyleyemeyeceğim, adamlar müthiş emek harcıyorlar, bunu görmezden gelemem. Bunların haricinde, Antonio Serra ve Stefano Vietti'nin başarılı bir çalışma ortaya koyduklarını ve okurken eğlendiğimi söyleyebilirim.
Greystorm İkinci Cilt: Iron Cloud'un Sonu - Antonio Serra / Stefano Vietti
Haziran, 2013'te yazılmıştır.
Ekip, Güney Kutbu'nda olduklarına dair yanlarında birkaç kanıtla beraber oradan ayrılıyor. Kanıtların bu denli önemli olmasının sebebi ise o yıllarda Güney Kutbu'na gidebilmeyi başaran ilk insanlar olmaları. Ama işler yine beklenildiği gibi gitmiyor. Gemi (Iron Cloud) bir adaya düşüyor ve adanın yerlileriyle etkileşimler meydana geliyor. Hayallerine ulaşmanın vermiş olduğu mutluluk bir süre sonra kabusa dönüşüyor. Robert Greystorm, kendisini hayal dahi edemeyeceği bir gerçekle yüzleşirken buluyor. 1898 yılının sonlarında başlayan bu cilt, 1905'e dek uzanıyor.
"Acı öfkedir... Yaşamdır..."
Greystorm Birinci Cilt: Büyük Projeler - Antonio Serra / Stefano Vietti
Haziran, 2013'te yazılmıştır.
On iki sayılık bir mini çizgi roman serisi. 1001 Roman Yayınevi üçer sayıdan oluşan dört cilt ile türkçeleştirmiştir.
1800'lü yılların sonunda başlıyor hikayemiz. Robert Greystorm adında bir dahi ve onun çılgın bilimsel projelerini okuyoruz. Çizgi romanların tanıtım yazısında da yazdığı üzere, Jules Vernevari bir maceranın içerisine sürükleniyoruz. Greystorm'un çılgın projelerinin arasında elbette insanoğlunun en büyük hayallerinden biri olan uçmak da var. Bu esnada aklımıza ünlü ressam Leonardo da Vinci geliyor. Karakterimiz de Da Vinci'nin uçma eylemi ilgili proje çizimlerinden faydalanıyor. Uçmak için elinden gelen her şeyi yapan Robert Greystorm, nihayetinde hayalini gerçekleştiriyor ve geliştirmiş olduğu uçan araçla Güney Kutbu'na yolculuk başlıyor. Müthiş bir bilimkurgu macerasının içerisinde buluyoruz bir anda kendimizi. Ve tabii ki beklenmedik aksilikler de ekibimizin yakasını bırakmıyor.
"Sağlam bir akıl ve bilimin gücü, yıkıcı bir macera ile başarı arasındaki farkı belirler."
"Bize hayatta bir şeyler veren kavramlar ancak marifetlerimiz ve kapasitemize olan güvenimizdir."
"İnsanoğlu bugün bile medeniyet bu kadar gelişmesine rağmen öldürmeye devam etmiyor mu?"
Cehennem Çiçeği - Alper Canıgüz
İki hafta önce okudum Cehennem Çiçeği'ni.
Başlar başlamaz Alper Canıgüz'ün o bilindik üslubunu ve beş yaşındaki dedektifi Alper Kamu'yu özlediğimi fark ettim. Bu yüzdendir ki, iki oturuşta da kitabı bitirdim. En azından bi iki yüz, üç yüz sayfa daha uzun olsa hiç de hayır demezdim, okuması oldukça keyifli çünkü. Enerji depolamış gibi hissediyorum Canıgüz'ü okurken.
Cehennem Çiçeği'ni, ilk kitaba oranla daha çok sevdim aslında ben. Espri anlamında da Oğullar ve Rencide Ruhlar'a oranla ufak bir gelişme olduğunu söyleyebilirim. Bunda daha çok güldüm. Belki de ilk kitabı okumamın üzerinden zaman geçtiği için unutmuşumdur içerik ve espri konusunu, bu yüzden sıcağı sıcağına yaptığım bu saptamalar yanlış da olabilir.
Mahalleye yeni taşınan ilginç bir ailenin izini sürüyor Kamu bu kitapta. Tabii ki bunda Ümit'in kardeşini öldürdüğünü iddia etmesinin etkisi büyük, yoksa ne yapsın Kamu bu aileyi? Ortada bir cinayet olduğunu ve bunun öyle sıradan bir olay olmadığını fark eden küçük dedektifimiz başlıyor araştırmaya.
Cinayet soruşturması sayfalar boyunca devam ededursun, bir yandan da Kamu'nun ailesiyle, bakıcısıyla olan ilişkilerine de konuk oluyoruz. Bunların haricinde bir de amcasının ölümü var ki, onunla da ayrıca ilgileniyor küçük Holmes.
Kitabın finalinde ise bu iki mesele de güzelce sonuca bağlandı ve çok da güzel bitti açıkçası. Beni fazlasıyla tatmin ettiğini söyleyebilirim. Sayfalar önceki ufacık ayrıntıların kurguya etkisinin olması ise sevindirici yanlardan bir diğeri.
Alper Kamu o bilindik sivri dili ve hazır cevaplılığıyla okurların gönlünde bir kez daha taht kurmayı başarıyor. Onu yaratan Alper Canıgüz de öyle.
Tatlı Rüyalar ve Gizliajans bir yana, Alper Kamu bir yana.
Canıgüz'den tek isteğim, yazarlık hayatı boyunca Alper Kamu macerası kaleme alması.
24 Mart 2014 Pazartesi
Hayvan Çiftliği - George Orwell
Ocak, 2013'te yazılmıştır.
Uzun zamandır okumak istiyordum Hayvan Çiftliği'ni, sonunda okuyabildim.
Böylesine önemli bir kitabın Can Yayınları tarafından basılmış olması sevindirici. Bu yüzdendir ki kitap ülkemizde hatırı sayılır bir okunma oranına sahip ve yayınevinin reklam politikası sayesinde büyük kitlelere ulaşabilmekte. İlk dikkatimi çeken şey tabii ki de Celal Üster'in özenli ve titiz çevirisi. Bir de önsöz hazırlamış kitaba. Elbette önsöz çok önemli bir etmen fakat biraz fazla detaya kaçmış sanırım. Önsöz ve arka kapak yazısını okuduğunuz taktirde kitapta olanları aşağı yukarı öğreniyorsunuz zaten, bir tek olayların nasıl geliştiğine dair detaylı bilgiler kalıyor, onları da kitabı okuyarak pekiştiriyoruz.
George Orwell'ın hayvanlar üzerinden insan rejimine eleştirel bakışı muazzam. Kitabı baştan sona bir çırpıda ve büyük bir hayranlıkla okudum. Bitirdiğimdeyse yüzümde aptal bir gülümseme belirdi. Okuduğum en iyi sonlardan biriydi. Çiftliktaki hayvanların bir domuz tarafından galeyana getirilmesi sonucunda, insanları yenilgiye uğratıp daha iyi bir hayat uğruna yıllarca çalışıp didinmeleri ve aradan geçen onca zamana rağmen, "bu matematik bizi kandırıyor hocam" misali elle tutulur hiçbir şeylerinin olmaması ve çiftliğe insanların yönettiği günlerden çok daha ağır bir yönetim şeklinin gelmesi çok şaşırtıcı ama gerçek bu işte. Emir veren kişi olduğumuzda, kişiliğimizi unuturuz. Yönetmeyi bilemeyiz. Diktatör olup çıkarız.
Zaman geçtikçe "Yedi Emir" bir bir değişiyor ve bazı hayvanlar bunu fark ettiğindeyse, zaten eskiden de öyleydi izlenimi yaratılıyor. Kitabın sonunda domuzların insanlardan bir farklarının kalmadığını görüyoruz, çok manidar. Kitabın anlatımı da taktiri hak eden bir diğer nokta.
Bu kitabı herkes okumalı ve kendine bir ders çıkarmalı diye düşünüyorum. Sadece okumak için okumayın ama, o zaman yanlış yapmış olursunuz.
Kayıp Kıtanın Özgürlüğü - Mustafa Selimgil
Bu kitap hakkında ilginç bir anım var. Yorumumu geçen sene foruma koyduğumda, bizzat yazarın kendisi tarafından kitabı okumamakla ve çok ağır eleştiri yapmakla suçlandım. Oysa benim amacım kitabı okuduktan sonra site için bir inceleme hazırlayıp, yazarı ön plana çıkarmaktı. Fakat okuduktan sonra incelemelik malzeme olmadığını fark edip vazgeçmiştim. Bu şekilde ön yargılı bir düşünceye kurban gittim. Yorumumda ikinci kitabı okuyacağımı da belirtmiştim zira yazarın davranışından sonra vazgeçtim.
Demeden geçemeyeceğim, bir yazarı ayakta tutan şey eleştirilerdir. Eleştiriye tahammülü olmayan bir yazar o sıfatı hak etmiyor demektir.
Nisan, 2013'te yazılmışıtır.
Geçenlerde kitabın yazarıyla sanal ortamdan diyaloğumuz olmuştu, sonra okumaya karar verdim. Baştan sona kadar kitapta hep bir şeyler eksikti. Betimlemelerde herhangi bir problem olmasa da, diyaloglar çok ama çok amatördü. Bu da haliyle konunun gerçekliğini yitirmesini sağlıyor. Bir türlü ısınamadım dolayısıyla. Ama yine de sonuna kadar okudum, yarım bırakmak istemedim.
Kitap Sokak Kitapları'ndan çıkmış. Herhangi bir redaksiyon veyahut son okuma görmediği her halinden belli oluyor. O kadar çok yazım hatası vardı ki, istisnasız her sayfada diyebilirim.
İçerikle ilgili yorum yapamayacağım çünkü pek bir şey anladığım söylenemez. Ama kadınların ön planda olduğu bir kurgusu var. Ve evet Yüzüklerin Efendisi'nden esinlenmeler oldukça fazla. Yüzükler yerine zümrütler var burada ama.
Yakında ikinci kitabı çıkacakmış diye duydum. Okur muyum? Evet. Sever miyim? İşte orası şüpheli. Kayıp Kıtanın Özgürlüğü'nü de sevdiğim söylenemez zira.
Şeker Portakalı - Jose Mauro de Vasconcelo
Mayıs, 2013'te yazılmıştır.
"Uyuyalım. İnsan uyudu mu her şeyi unutur."
Sonunda okuyabildim şu meşhur Şeker Portakalı'nı. Dendiği kadar var mıymış? Evet varmış.
Zeze adında minik bir çocuk ve onun hayatı tanıma öyküsü. Şeker portakalı fidanına duyduğu aşk ve en iyi dostu, Portugası'na beslediği sevgi. Kısaca konusu bu kitabın. Görüldüğü üzere öyle çok da olağanüstü bir kurguya sahip değil. Peki neden bu kadar çok seviliyor? İşte burada yazarın başarısı ortaya çıkıyor.
Zeze'nin sıradan bir çocuk olmadığını anlamak çok da zor olmuyor. Farklı bir çocuk Zeze. Bu farklılığı kendi başına okumayı sökmesine mi borçluyuz, hayatta en önemli şeyin sevgi olduğunu söylemesine mi, yoksa şarkıların önemini kavrayabilmiş olmasına mı? Belki de bunların hiçbiri değildir. Beş yaşında olmasına rağmen acının ne demek olduğunu anlamış olmasıdır belki de Zeze'yi diğer çocuklardan farklı kılan. Kim bilir?
Ah Zeze ah. Nasıl bir çocuksun sen? Kimi yerde güldürdün, kimi yerde ağlattın. Kısacık bir kitaptı oysa. Nasıl sığdırabildin o kadar şeyi bu kitabın içerisine?
En ufak bir şeyde dahi ailenden o kadar şiddet görmen açıkçası beni çok üzdü Zeze. Ama yine de hiçbirinden nefret etmedin. Daha çok sevdin, özür diledin her seferinde. Beni çok şaşırttın Zeze.
Kitapta beni en çok etkileyen şey ne sevgili Portuga'sını kaybetmesi ne de şeker portakalı fidanının kesilmesi oldu. Gidip akşama kadar ayakkabı boyayıp/cilalayıp para kazandıktan sonra o parayla işsiz ve parasız bir şekilde evde oturan babasına sigara almasıydı beni en çok etkileyen bölüm. Sigarayı çıkarıp babasının ağzına koyuşu ve onu yakışı. "İç," deyişi. Yüreğim sızladı.
Çocukluk yıllarının o yoksul yaşantısını şu iki cümleyle bakın nasıl da güzel özetlemiş Zeze:
"Totoca ve ben çantalarımızı omzumuza asıyorduk. İçinde kitaplarımız, defterlerimiz; bir de kalemlerimiz vardı yalnızca. Kahvaltılık bir şey söz konusu değildi; öbür çocuklar içindi bu!"
"Her şeyi severim. Evde yiyecek bir şey bulduğumuz zaman sevmeyi öğrendik."
Diğer çocuklar noelde hediyelere boğulurken Zeze'ye tek bir oyuncak bile alınmaması karşısında o çocuk haliyle üzüntüsünü dile getirdiği şu cümleye ne demeli?
"Kötüsün, küçük İsa! Ben ki bu kez benim için Tanrı olarak doğacağına inanıyordum, bana bunu yaptın demek! Neden beni de öbür çocukları sevdiğin gibi sevmiyorsun! Uslu durdum. Kavga etmedim, derslerime çalıştım, sövmedim, "kıç" bile demedim. Neden bana bunu yaptın, küçük İsa?"
Kısacası beni etkileyen kitaplar kategorisine Şeker Portakalı da eklenmiş bulunmakta. Okumamış olanlara naçizane tavsiyem okumaları yönünde olacaktır. Zaten okumuş olanlar da bana hak vereceklerdir diye düşünüyorum.
"Hayatın sevilen yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portugam. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok."
Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck
Nisan, 2013'te yazılmıştır.
Geç okuduğum bir başyapıt.
Eserin popülaritesini herkes biliyordur aşağı yukarı. Ben de biliyordum elbette ama okumak için neden bu kadar bekledim onu bilmiyorum işte. Aslında etkilenecek denli bir kitap olacağını tahmin etmiyordum hiç. Ama etkilendim. Son bölümde duygusal anlar yaşadım. Bir dostluk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Oldukça dokunaklı bir yaşam hikayesi.
Lennie Small ve George Milton'ı bende iz bırakan karakterler olarak hatırlayacağım her zaman. Özellikle Lennie. Ah Lennie. Ne sevimli bir insansın sen. Hayallerine ulaşamadan gittin ya bu dünyadan, en çok da ona üzüldüm. Hep yanlış anladılar seni. Sen ölmeyi hak etmedin. Seviyoruz seni Lennie.
Kitabın dilini de çok sevdim. Anlatım şahaneydi. John Steinbeck'in diğer romanlarını da okumak gerek bunun üzerine. Ama sanırım hiç biri Fareler ve İnsanlar tadı veremeyecek. Ön yargı değil de, önsezi diyelim.
Ayrıca kitapta yalnızlık üzerine söylenmiş çok güzel deyişler mevcuttu. İşte onlardan ikisi;
"Tanıdığın biriyle gezmek yalnız olmaktan çok daha iyi."
"Kimsesi yoksa delirir insan. Kim olduğu hiç önemli değildir, yeter ki yanında biri olsun. İnan bana, insan fazla yalnız kaldı mı, hastalanır."
Ve o efsane diyalog:
"George, nasıl bir çiftliğimiz olacak anlatsana."
"Kaç kere anlattım ya Lennie."
"Olsun. Bir daha anlat lütfen..."
Çok, çok güzeldi!
23 Mart 2014 Pazar
Black Sails (1.Sezon)
Spartacus, Da Vinci's Demons, The White Queen gibi tarihi dizilerle son dönemde adından sıkça söz ettiren Starz kanalının yeni dizisi Black Sails. Dizinin adı en baştan kendini biraz ele veriyor gibi. Afişe de şöyle bir baktığımızda, konusunu bilmesek dahi, "tamamdır, korsanlarla ilgili bir dizi," diyebiliriz rahatlıkla.
Black Sails, insanların zihinlerindeki korsan algısını değiştiren Karayip Korsanları'nın aksine, sert ve acımasız korsanların hüküm sürdüğü yıllara götürüyor bizleri. Sinemada yeni bir çığır açan Kaptan Jack Sparrow ve tayfası eğlenceli korsan kimlikleriyle hitap ettiler izleyenlere, fakat artık "korsan"ın kelime anlamını öğrenmenin vakti geldi. Black Sails işte tam da bunu yapmayı hedefleyen bir dizi.
Dizinin yapımcısı, Transformers serisinin yönetmeni olarak tanıdığımız Michael Bay. Dizinin arkasında böylesine sağlam bir isim ve Starz kanalı olunca insan ister istemez kaliteli bir şeyler bekliyor ve bana kalırsa bu beklenti layıkıyla karşılanıyor. En azından ben sevdim diziyi ve ilk sezonun tüm bölümleri yayınlanmışken bir çırpıda izleyip bitirdim.
Bölümlerin süreleri bir saate çok yakın ve dolu dolu sekiz bölüm izliyoruz. İlk dört bölümün temposunun yavaşlığından şikayet etse de ekşi'ci dostlar ve diğer başka sitelerde okuduğum yorumların sahipleri, bence öyle değil. Olması gerektiği gibi başladı dizi. Yavaş tempodan hızlı tempoya geçiş kademeli gerçekleşti. Bu da senaristlerin tecrübeli olduğunu gösterir. Karakterler o kadar güzel tanıtıldı ki, sanki dört sezondur Black Sails izliyormuşum gibi hissettim.
Konuya gelecek olursam eğer, kısaca, korsanlara eski itibarlarını kazandıran bir yapım Black Sails, bunu izlediğinizde siz de fark edeceksiniz. Karayip Korsanları'nı hepimiz seviyoruz, fantastik unsurlar da olunca seride çok daha çekici bir hale geliyor çünkü. Şimdi işin gerçek boyutuna, İskoçyazar Robert Louis Setevenson'ın ünlü romanı Define Adası'nın yirmi yıl kadar öncesini anlatan o devre konuk olma vakti.
Evet, Dr. Jekyll ve Mr.Hyde gibi kült olmuş bir bilimkurgu romanının da sahibi olan Setevenson bu. Zaten en bilinen kitapları da bu ikisi. Define Adası'nda definenin sahibi, etrafına korku salan karizmatik kaptan Flint'i izleme fırsatı buluyoruz dizide. Sadece Flint değil üstelik, Joh Silver, Billy Bones, Charles Vane gibi kitabın diğer önemli karakterleri de bir bir selamlıyorlar bizi. Yirmi yıl sonra olacaklar kitapta mevcut olsa da, biz tüm bunların başlangıcına gidiyoruz ve kitapta geçen senaryodan yıllar öncesini izliyoruz. Hem belki dizi devam ettikçe Define Adası'ndaki olaylara dek izleme fırsatı buluruz. Güzel de olur. Bunun için beklemememiz gerekiyor ama. Şimdi mevcut senaryonun tadını çıkarmak gerekir.
Bir yandan denize açılan korsanlar eşliğinde bilindik korsan savaşlarına tanıklık ediyor, bir yandan da olayların geçtiği yer olan suç kenti Nassau'daki taht kavgalarını seyrediyor olmak son derece keyifli. Bu şehir korsanlarla, katillerle, fahişelerle, kölelerle ve daha bir çok değişik insanla dolu bir yer.
Şimdi biraz da karakterlerden bahsedeyim.
Kaptan Flint: Toby Stephens'ın canlandırdığı, dönemin güçlü simalarından biri. Karizmatik simasının altında korkutucu bir kimliğe sahip. Altın Çağ olarak anılan dönemde Korsan gemisi Walrus'un kaptanıdır. Flint'i izlediğim her sahneden gözümde Game of Thrones'dan tanıdığımız Sör Jorah Mormont'un canlanması da ayrı bir olay tabii. Çok benziyorlar.
John Silver: Otoritelere karşı bir karakter Silver. Fırsatçı ve zeki. Yolu Kaptan Flint'le kesiştikten sonra hayatı bir daha eskisi gibi olmayacak.
Kaptan Charles Vane: Dizide Flint'den daha karizmatik biri varsa o Vane'dir. Ve yine güç dengesinde Flint'e karşı gelebilecek cesarette olan sayılı kişilerdendir. Kaptanlık konusunda bir şöhrete sahiptir. Diğer ilgi alanları ise para kazanmak ve kadınlar. Vane'in olduğu her sahnede de Spartacus'ün yenilmez gladyatörü Gannicus aklıma geliyor. Bir benzerlik söz konusu.
Eleanor Guthrie: Korsanlarla yakın ilişkiler içerisinde olan Eleanor, kendisine babasından kalan karaborsacılık mesleğini devam ettiriyor. Güzel bir kadın oluşu da onu sık sık tehlikeye düşürüyor. Nassau'da sözü geçen bir kadın.
Billy Bones: Flint'in tayfasında genç ve yakışıklı bir korsan. Flint'e yakınlığı onun birçok olayda başrol oynamasını sağlıyor. Sadık biri olarak görünse de, her an ne yapacağı belli olmayan türden biri.
Gates: Flint'in gemisi Walrus'ta ikinci adam konumunda olan Gates, sinsi bir kimliğe sahip. Çıkarları için yapmayacağı şey yok bu gözü kara korsanın.
Bay Scott: Eleanor'un sağ kolu konumundaki Scott, eskiden Richard Guthrie'nin kölelerinden biriydi. Aileye son derece sadık biri ve Nassau'da işleri yoluna koymak için çabalıyor.
Rackham: Kaptan Vane'in gemisi Ranger'in ikinci adamı. Deli dolu ve kurnaz biri Rackham, her taşın altından çıkıyor fakat her zaman bir şekilde yırtıyor, şanslı bir korsan. Revolution dizisindeki Miles Matheson karakteri canlanıyor zihnimde Rackham'ı izlerken, bu ikisini de benzetiyorum.
Anne Bonny: Rackham'ın sevgilisi konumundaki Bonny, güzel olmasının yanı sıra dizideki en karizmatik kadın karakter. Soğuk ve delici bakışlarını, psikopat kimliği tamamlıyor. Umarım dizideki rolü daha da fazlalaşır da doya doya izleriz.
Max: Abarttığımı sanacaksınız ama yine güzel bir kadın. Hatta dizideki en güzel kadın. Nassau'da bir fahişe Max ve Eleanor'a ilgi duyuyor. Zeki bir karakter ve çıkarları söz konusu olduğunda asla taviz vermez.
Korsanlara sempati duyanlara önerimdir.
Black Sails, insanların zihinlerindeki korsan algısını değiştiren Karayip Korsanları'nın aksine, sert ve acımasız korsanların hüküm sürdüğü yıllara götürüyor bizleri. Sinemada yeni bir çığır açan Kaptan Jack Sparrow ve tayfası eğlenceli korsan kimlikleriyle hitap ettiler izleyenlere, fakat artık "korsan"ın kelime anlamını öğrenmenin vakti geldi. Black Sails işte tam da bunu yapmayı hedefleyen bir dizi.
Dizinin yapımcısı, Transformers serisinin yönetmeni olarak tanıdığımız Michael Bay. Dizinin arkasında böylesine sağlam bir isim ve Starz kanalı olunca insan ister istemez kaliteli bir şeyler bekliyor ve bana kalırsa bu beklenti layıkıyla karşılanıyor. En azından ben sevdim diziyi ve ilk sezonun tüm bölümleri yayınlanmışken bir çırpıda izleyip bitirdim.
Bölümlerin süreleri bir saate çok yakın ve dolu dolu sekiz bölüm izliyoruz. İlk dört bölümün temposunun yavaşlığından şikayet etse de ekşi'ci dostlar ve diğer başka sitelerde okuduğum yorumların sahipleri, bence öyle değil. Olması gerektiği gibi başladı dizi. Yavaş tempodan hızlı tempoya geçiş kademeli gerçekleşti. Bu da senaristlerin tecrübeli olduğunu gösterir. Karakterler o kadar güzel tanıtıldı ki, sanki dört sezondur Black Sails izliyormuşum gibi hissettim.
Konuya gelecek olursam eğer, kısaca, korsanlara eski itibarlarını kazandıran bir yapım Black Sails, bunu izlediğinizde siz de fark edeceksiniz. Karayip Korsanları'nı hepimiz seviyoruz, fantastik unsurlar da olunca seride çok daha çekici bir hale geliyor çünkü. Şimdi işin gerçek boyutuna, İskoçyazar Robert Louis Setevenson'ın ünlü romanı Define Adası'nın yirmi yıl kadar öncesini anlatan o devre konuk olma vakti.
Evet, Dr. Jekyll ve Mr.Hyde gibi kült olmuş bir bilimkurgu romanının da sahibi olan Setevenson bu. Zaten en bilinen kitapları da bu ikisi. Define Adası'nda definenin sahibi, etrafına korku salan karizmatik kaptan Flint'i izleme fırsatı buluyoruz dizide. Sadece Flint değil üstelik, Joh Silver, Billy Bones, Charles Vane gibi kitabın diğer önemli karakterleri de bir bir selamlıyorlar bizi. Yirmi yıl sonra olacaklar kitapta mevcut olsa da, biz tüm bunların başlangıcına gidiyoruz ve kitapta geçen senaryodan yıllar öncesini izliyoruz. Hem belki dizi devam ettikçe Define Adası'ndaki olaylara dek izleme fırsatı buluruz. Güzel de olur. Bunun için beklemememiz gerekiyor ama. Şimdi mevcut senaryonun tadını çıkarmak gerekir.
Bir yandan denize açılan korsanlar eşliğinde bilindik korsan savaşlarına tanıklık ediyor, bir yandan da olayların geçtiği yer olan suç kenti Nassau'daki taht kavgalarını seyrediyor olmak son derece keyifli. Bu şehir korsanlarla, katillerle, fahişelerle, kölelerle ve daha bir çok değişik insanla dolu bir yer.
Şimdi biraz da karakterlerden bahsedeyim.
Kaptan Flint: Toby Stephens'ın canlandırdığı, dönemin güçlü simalarından biri. Karizmatik simasının altında korkutucu bir kimliğe sahip. Altın Çağ olarak anılan dönemde Korsan gemisi Walrus'un kaptanıdır. Flint'i izlediğim her sahneden gözümde Game of Thrones'dan tanıdığımız Sör Jorah Mormont'un canlanması da ayrı bir olay tabii. Çok benziyorlar.
John Silver: Otoritelere karşı bir karakter Silver. Fırsatçı ve zeki. Yolu Kaptan Flint'le kesiştikten sonra hayatı bir daha eskisi gibi olmayacak.
Kaptan Charles Vane: Dizide Flint'den daha karizmatik biri varsa o Vane'dir. Ve yine güç dengesinde Flint'e karşı gelebilecek cesarette olan sayılı kişilerdendir. Kaptanlık konusunda bir şöhrete sahiptir. Diğer ilgi alanları ise para kazanmak ve kadınlar. Vane'in olduğu her sahnede de Spartacus'ün yenilmez gladyatörü Gannicus aklıma geliyor. Bir benzerlik söz konusu.
Eleanor Guthrie: Korsanlarla yakın ilişkiler içerisinde olan Eleanor, kendisine babasından kalan karaborsacılık mesleğini devam ettiriyor. Güzel bir kadın oluşu da onu sık sık tehlikeye düşürüyor. Nassau'da sözü geçen bir kadın.
Billy Bones: Flint'in tayfasında genç ve yakışıklı bir korsan. Flint'e yakınlığı onun birçok olayda başrol oynamasını sağlıyor. Sadık biri olarak görünse de, her an ne yapacağı belli olmayan türden biri.
Gates: Flint'in gemisi Walrus'ta ikinci adam konumunda olan Gates, sinsi bir kimliğe sahip. Çıkarları için yapmayacağı şey yok bu gözü kara korsanın.
Bay Scott: Eleanor'un sağ kolu konumundaki Scott, eskiden Richard Guthrie'nin kölelerinden biriydi. Aileye son derece sadık biri ve Nassau'da işleri yoluna koymak için çabalıyor.
Rackham: Kaptan Vane'in gemisi Ranger'in ikinci adamı. Deli dolu ve kurnaz biri Rackham, her taşın altından çıkıyor fakat her zaman bir şekilde yırtıyor, şanslı bir korsan. Revolution dizisindeki Miles Matheson karakteri canlanıyor zihnimde Rackham'ı izlerken, bu ikisini de benzetiyorum.
Anne Bonny: Rackham'ın sevgilisi konumundaki Bonny, güzel olmasının yanı sıra dizideki en karizmatik kadın karakter. Soğuk ve delici bakışlarını, psikopat kimliği tamamlıyor. Umarım dizideki rolü daha da fazlalaşır da doya doya izleriz.
Max: Abarttığımı sanacaksınız ama yine güzel bir kadın. Hatta dizideki en güzel kadın. Nassau'da bir fahişe Max ve Eleanor'a ilgi duyuyor. Zeki bir karakter ve çıkarları söz konusu olduğunda asla taviz vermez.
Korsanlara sempati duyanlara önerimdir.
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde - Robert Louis Stevenson
"İnsanların mayasında bir miktar iyilik ve bir miktar da kötülük bulunmaktaydı."
İlk olarak çizgi romanını okumuştum, Stevenson'ın bir klasik haline gelen Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'inin.
Yani demem o ki, konuya çok yabancı sayılmazdım ve sonunu bildiğim bir şey okuyacaktım. Fakat bu durum bende herhangi bir isteksizlik doğurmadı. Kitabını okuduktan sonra daha bir sevdim, insanın doğasının derinlerine inen bu hikayeyi.
Buradan sonrası içerik hakkında bilgi içermektedir.
Mr. Richard Enfield ve Avukat Mr. Utterson'ın konuşmalarıyla başlıyor kitap. Enfield, Utterson'a gizemli bir adamdan bahsediyor ve bu durum Utterson'ın ilgisini çekiyor. Araştırmaya koyulan Utterson, yakın dostunun gizemini ortaya çıkarıyor.
İnsanın iyi ve kötü yönlerinin aynı bedende değil de, farklı bedenlerde tezahür edilmesi gerektiği inancını taşıyan bir bilim adamının, çeşitli araştırmalar sonucunda bu hayaline kavuşması üzerine kurulu bu kitap. Dr. Jekyll bu hayalini gerçekleştirdikten sonra hayatı tepe taklak oluyor. İlk zamanlarda her şey iyi giderken, işler zamanla rayından çıkıyor ve geri dönülemeyecek bir noktaya varıyor. Kendi kişiliğinin şeytani tarafını farklı bir bedene yüklemeyi başaran Jekyll, saf kişiliğinin altında ezilmeye başlıyor.
Hyde adındaki, ilk görüşte herkesi tiksindiren kötü kimliği zamanla kontrol edilemez oluyor ve hatta bir cinayet işliyor, bunun vicdan azabını duymaksa Jekyll'a düşüyor. Bir süre sonra Jekyll'ın bedeni güçsüzleşiyor ve sonsuza dek sürecek olan evrim gerçekleşerek istemsiz bir şekilde Hyde'a dönüşüyor. Yaptıklarının cezasını ödemek istemeyen Hyde ise intihar ediyor ve böylece olay kapanıyor.
Kitap kısacık zaten ve oldukça da kolay okunuyor. Birkaç kelime ve çeviri hatası dışında da pek fazla kusuru yok. Ama yayınevi İthaki olunca bunları da nazar boncuğu niyetine iliştiriveriyoruz hemen yanına.
Stevenson'ın, iyi ve kötü kavramlarını adeta mercekle incelediği bu kitabını okuyunuz.
Vikings (2.Sezon İlk 4 Bölüm)
Vikings'in ilk sezonu yayınlandığında blog yoktu henüz ve ben de Kayıp Rıhtım forumunda bir şeyler söylemiştim. Merak edenler için link. (bakınız: Denaro Forbin)
İkinci sezon başlayalı tam dört hafta oldu ve ben henüz yorum yapmadım bu bölümler hakkında. Her bölümden sonra yazacağım diyorum, sonra vazgeçiyor ve bir bölüm daha izlemeye karar veriyorum. Bunun tek sebebi ise, gelecek bölümde senaryonun iyileşebileceğine dair umudum. Fakat bu umut, yayınlanan her bölümden sonra sönüyor.
İlk sezonla ilgili yorumlarımda da belirttiği üzere, senaryo dizinin başlangıcından itibaren zayıf. Oyunculuklarda bir sıkıntı yok, hiçbiri sırıtmıyor. Prodüksiyon desen, bir belgesel kalanı olan History Channel için gayet ideal, düşük bütçeyle dönemin ruhunu çok iyi yansıtıyorlar. Odaklanılan konu da çok ilgi çekici zaten, kim istemez ki Vikingler hakkında bir şeyler öğrenmeyi? Ama işte bir tek sıkıntısı var dizinin; senaryo, senaryo, senaryo...
Aynı oyuncuları ve konuyu HBO ya da Starz gibi kanallara versek, yüksek bütçeler eşliğinde harikalar yaratırlar, bu bir kesin, ama History'den bu kadar oluyor sanırım. Belki de artık kabullenmek gerek. Ama üzülüyorum yahu, potansiyeli olan ve bu haliyle bile büyük hayran kitlesine sahip bir dizi Vikings. Çok daha iyi bir konumda olabilecekken, vasat diyebileceğimiz bir düzeyde olması üzücü. Gönül isterdi ki senaristleri Game of Thrones'un, Spartacus'ün seviyesinde olsun ve ağız tadıyla kusursuz bir yapım izleyelim.
Senaryo neden kötü ona değineyim şimdi biraz da.
Bir anda zaman atlamaları izleyiciyi kandırmaktan başka bir şey değil. Bu hatayı ilk sezonda olduğu gibi ikinci sezonda da tekrarladılar. Ne oldu? Dört yıl geçti ama hiçbir oyuncuda değişiklik yok. İlk sezondaki zaman sıçrayışlarını da katarsak, dizinin anlatmaya başladığı yıldan itibaren bir hayli zaman geçti yani. Hal böyleyken çevrede ve karakterlerde bir farklılık söz konusu değil.
İngiltere'ye çıkarma yap, bir sürü adam ölsün, sonra geri dön. Sonra bir daha çıkarma yap, yine bir sürü adamın ölsün ve geri dön. Sonra bir daha... Evet, Vikings'in senaryosu tam olarak budur. Gerçekten de budur. Daha fazlasını beklemeyeceğim bundan sonra ve bu şekilde çerezlik niyetine izlemeye devam edeceğim, ilerleyen bölümlerde senaryo genişleyecek mi merak ediyorum zira.
Ama tüm bunlara rağmen, Game of Thrones'u beklediğimiz şu günlerde Vikings izlemek keyif veriyor.
İkinci sezon başlayalı tam dört hafta oldu ve ben henüz yorum yapmadım bu bölümler hakkında. Her bölümden sonra yazacağım diyorum, sonra vazgeçiyor ve bir bölüm daha izlemeye karar veriyorum. Bunun tek sebebi ise, gelecek bölümde senaryonun iyileşebileceğine dair umudum. Fakat bu umut, yayınlanan her bölümden sonra sönüyor.
İlk sezonla ilgili yorumlarımda da belirttiği üzere, senaryo dizinin başlangıcından itibaren zayıf. Oyunculuklarda bir sıkıntı yok, hiçbiri sırıtmıyor. Prodüksiyon desen, bir belgesel kalanı olan History Channel için gayet ideal, düşük bütçeyle dönemin ruhunu çok iyi yansıtıyorlar. Odaklanılan konu da çok ilgi çekici zaten, kim istemez ki Vikingler hakkında bir şeyler öğrenmeyi? Ama işte bir tek sıkıntısı var dizinin; senaryo, senaryo, senaryo...
Aynı oyuncuları ve konuyu HBO ya da Starz gibi kanallara versek, yüksek bütçeler eşliğinde harikalar yaratırlar, bu bir kesin, ama History'den bu kadar oluyor sanırım. Belki de artık kabullenmek gerek. Ama üzülüyorum yahu, potansiyeli olan ve bu haliyle bile büyük hayran kitlesine sahip bir dizi Vikings. Çok daha iyi bir konumda olabilecekken, vasat diyebileceğimiz bir düzeyde olması üzücü. Gönül isterdi ki senaristleri Game of Thrones'un, Spartacus'ün seviyesinde olsun ve ağız tadıyla kusursuz bir yapım izleyelim.
Senaryo neden kötü ona değineyim şimdi biraz da.
Bir anda zaman atlamaları izleyiciyi kandırmaktan başka bir şey değil. Bu hatayı ilk sezonda olduğu gibi ikinci sezonda da tekrarladılar. Ne oldu? Dört yıl geçti ama hiçbir oyuncuda değişiklik yok. İlk sezondaki zaman sıçrayışlarını da katarsak, dizinin anlatmaya başladığı yıldan itibaren bir hayli zaman geçti yani. Hal böyleyken çevrede ve karakterlerde bir farklılık söz konusu değil.
İngiltere'ye çıkarma yap, bir sürü adam ölsün, sonra geri dön. Sonra bir daha çıkarma yap, yine bir sürü adamın ölsün ve geri dön. Sonra bir daha... Evet, Vikings'in senaryosu tam olarak budur. Gerçekten de budur. Daha fazlasını beklemeyeceğim bundan sonra ve bu şekilde çerezlik niyetine izlemeye devam edeceğim, ilerleyen bölümlerde senaryo genişleyecek mi merak ediyorum zira.
Ama tüm bunlara rağmen, Game of Thrones'u beklediğimiz şu günlerde Vikings izlemek keyif veriyor.
22 Mart 2014 Cumartesi
Dexter (4.Sezon)
Spoiler dolu bir analiz olduğunu belirteyim. Ve yazı üç ay önce yazılmıştır.
3.sezonun durgunluğundan sonra 4.sezon ilaç gibi geldi desem yeridir herhalde. Daha ilk bölümde Dexter'ın kaza yapması bu sezonun iyi olacağının habercisi gibiydi. Dexter Morgan'ın en şanssız dizi karakterlerinden birisi olduğunu da bu sezonun sonunda daha iyi anlamış oldum. İstisnasız her bölümde başına gelen aksaklıklardan dolayı çekmediği kalmadı Dexter'ın.
2.sezondan hatırladığımız Frank Lundy'nin emekli olduğunu ve yıllardır aranan bir katili bulmak amacıyla Miami'ye geri döndüğünü öğreniyoruz. 2.sezonun sonunda Debra'yla ilişkilerini yarıda kesip işine dönmüştü Lundy ve onun geri dönmesi de en çok Debra'yı etkiledi tabii ki. Anton'la yeni bir ilişkiye başlayan Debra, Lundy'nin geri dönmesine karşı koyamayarak tekrar Lundy'nin kucağına atar kendini. Ve bunu Anton'a açıkladığında ise Lundy'le yeni bir ilişkiye yelken açmış olurlar. Artık Debra için her şey daha güzeldir. Olması gerektiği gibidir. Bir problem yoktur. (mu acaba?)
Debra ve Lundy bir silahlı komploya kurban giderler. Lundy'nin ölümünü an ben an seyreden Debra ağır yaralanır. Bu durum Debra'yı derinden etkiler. Lundy'nin katilini bulmak için hırslanır.
Bu olay haricinde, Lundy'nin yıllardır peşinde olduğu "Üçlemeci Katil" olarak adlandırılan kişi üzerine kurulu 4.sezon. Bölümler ilerledikçe Üçlemeci'yi Dexter'ın masasında görme isteğimiz hat safhaya ulaşıyor. Dexter Üçlemeci'yle yakın arkadaş olup avına sinsi sinsi yaklaşadursun, izleyiciler olarak bizim de heyecanımız her yeni bölümde gittikçe artıyor. Neyse ki sezon finalinde olay noktalandı da biz de derin nefes almış olduk. Şunu da eklemek gerek: Dexter ilk defa bir masumu öldürüyor bu sezonda. Tabii ki yanlışlıkla olur ama bu durum Dexter'ı etkiler çünkü Harry'nin kurallarının dışına çıkmıştır.
Dexter'ın öldürmek için en çok uğraş verdiği kişi Üçlemeci kod adlı Arthur Mitchell'dir aynı zamanda. Kendisini Kyle Butler olarak tanıtarak giriyor Üçlemeci'nin hayatına ve sezon finaline çok az bir süre kala da Dexter'ın gerçek kimliği açığa çıkıyor. Arthur'la Dexter'ın karşı karşıya geldiği "Hello, Dexter Morgan" adlı sezon finalinden bir önceki bölüm, sezon finalinin ne kadar dolu dolu geçeceğinin özetiydi bir nevi.
Öyle de oldu. Sezon finalinde beklediğimiz birkaç şeyin olması dışında, beklemediğimiz başka bir şey daha oldu. Bittikten sonra uzun bir süre etkisinden çıkamayıp ekrana aval aval bakmamızı sağlayacak türden bir şey hem de.
Rita ölüyor, evet. Hem de Dexter'ın uzun bir süre Üçlemeci'nin peşinde gezip onu öldürdükten sonra normal hayatına dönebileceğini düşündüğü anda. Bir de ne görelim, küvetteki Rita'nın cansız bedeni. Peki kim öldürmüş? Dexter'ın gerçek kimliğini ortaya çıkaran Üçlemeci.
Yıkılır Dexter. Harrison'ı kucağına alıp gözlerinin dolduğu sahne eminim birçok Dexter izleyicisinin de gözlerinin dolmasına sebebiyet vermiştir. Ayrıca Harrison'ın yerde kan gölünün ortasında oturup ağladığı sahne de bizlere Dexter'ın küçüklüğünü hatırlatması açısından son derece önemliydi.
Son olarak birkaç şey daha söylemek gerek.
Miami Metro'da Dexter'ın ekip arkadaşı olarak tanıdığımız Quinn'in sevgilisi Christine adlı kadının, Üçlemeci'nin kızı olduğu gerçeği izleyicileri tamamıyla ters köşeye yatırmıştır. Ayrıca Lundy'nin ölümüne sebep veren silahlı saldırıyı gerçekleştiren kişi de bu kadındır. Quinn için de son derece beklenmedik olan bu olay sezonun ilginç yanlarından biriydi. Christine'nin hapse girmemek için initiharı göze aldığını da hatırlatmakta yarar var. Amacı babası Arthur Mitchell'i korumaktı ama başarılı olamadı.
Bir diğer ilginç nokta ise Maria Laguerta ve Angel Batista'nın evlenmeleri. Sevgili olarak devam etmeleri taktirde aynı çalışma ortamında bulunamayacaklarının kendilerine izah edilmesi sonucunda evlenmeye karar verdiler, hatta bu olay çok hızlı bir şekilde cereyan etti ve şahit olarak da Dexter'ı uygun gördüler. Angel'in, Dexter'ı apar topar iş yerine çağırışı ve Dex'in verdiği tepki ise görülmeye değerdi.
Masuka ise gene diziye renk katmaya devam ediyor. Özellikle Debra'yla atışma sahneleri ayrı bir güzel.
Böylelikle diziyi yarılamış oldum. Önümde 4 sezon daha var, bu sevindirici. Bundan sonraki sezonları merak etme katsayım ise bir hayli artmış durumda.
4.sezon gözümde 2.sezonu da geride bıraktı ve şu anlık sezon sıralamam şöyle:
4 - 2 - 1 - 3
3.sezonun durgunluğundan sonra 4.sezon ilaç gibi geldi desem yeridir herhalde. Daha ilk bölümde Dexter'ın kaza yapması bu sezonun iyi olacağının habercisi gibiydi. Dexter Morgan'ın en şanssız dizi karakterlerinden birisi olduğunu da bu sezonun sonunda daha iyi anlamış oldum. İstisnasız her bölümde başına gelen aksaklıklardan dolayı çekmediği kalmadı Dexter'ın.
2.sezondan hatırladığımız Frank Lundy'nin emekli olduğunu ve yıllardır aranan bir katili bulmak amacıyla Miami'ye geri döndüğünü öğreniyoruz. 2.sezonun sonunda Debra'yla ilişkilerini yarıda kesip işine dönmüştü Lundy ve onun geri dönmesi de en çok Debra'yı etkiledi tabii ki. Anton'la yeni bir ilişkiye başlayan Debra, Lundy'nin geri dönmesine karşı koyamayarak tekrar Lundy'nin kucağına atar kendini. Ve bunu Anton'a açıkladığında ise Lundy'le yeni bir ilişkiye yelken açmış olurlar. Artık Debra için her şey daha güzeldir. Olması gerektiği gibidir. Bir problem yoktur. (mu acaba?)
Debra ve Lundy bir silahlı komploya kurban giderler. Lundy'nin ölümünü an ben an seyreden Debra ağır yaralanır. Bu durum Debra'yı derinden etkiler. Lundy'nin katilini bulmak için hırslanır.
Bu olay haricinde, Lundy'nin yıllardır peşinde olduğu "Üçlemeci Katil" olarak adlandırılan kişi üzerine kurulu 4.sezon. Bölümler ilerledikçe Üçlemeci'yi Dexter'ın masasında görme isteğimiz hat safhaya ulaşıyor. Dexter Üçlemeci'yle yakın arkadaş olup avına sinsi sinsi yaklaşadursun, izleyiciler olarak bizim de heyecanımız her yeni bölümde gittikçe artıyor. Neyse ki sezon finalinde olay noktalandı da biz de derin nefes almış olduk. Şunu da eklemek gerek: Dexter ilk defa bir masumu öldürüyor bu sezonda. Tabii ki yanlışlıkla olur ama bu durum Dexter'ı etkiler çünkü Harry'nin kurallarının dışına çıkmıştır.
Dexter'ın öldürmek için en çok uğraş verdiği kişi Üçlemeci kod adlı Arthur Mitchell'dir aynı zamanda. Kendisini Kyle Butler olarak tanıtarak giriyor Üçlemeci'nin hayatına ve sezon finaline çok az bir süre kala da Dexter'ın gerçek kimliği açığa çıkıyor. Arthur'la Dexter'ın karşı karşıya geldiği "Hello, Dexter Morgan" adlı sezon finalinden bir önceki bölüm, sezon finalinin ne kadar dolu dolu geçeceğinin özetiydi bir nevi.
Öyle de oldu. Sezon finalinde beklediğimiz birkaç şeyin olması dışında, beklemediğimiz başka bir şey daha oldu. Bittikten sonra uzun bir süre etkisinden çıkamayıp ekrana aval aval bakmamızı sağlayacak türden bir şey hem de.
Rita ölüyor, evet. Hem de Dexter'ın uzun bir süre Üçlemeci'nin peşinde gezip onu öldürdükten sonra normal hayatına dönebileceğini düşündüğü anda. Bir de ne görelim, küvetteki Rita'nın cansız bedeni. Peki kim öldürmüş? Dexter'ın gerçek kimliğini ortaya çıkaran Üçlemeci.
Yıkılır Dexter. Harrison'ı kucağına alıp gözlerinin dolduğu sahne eminim birçok Dexter izleyicisinin de gözlerinin dolmasına sebebiyet vermiştir. Ayrıca Harrison'ın yerde kan gölünün ortasında oturup ağladığı sahne de bizlere Dexter'ın küçüklüğünü hatırlatması açısından son derece önemliydi.
Son olarak birkaç şey daha söylemek gerek.
Miami Metro'da Dexter'ın ekip arkadaşı olarak tanıdığımız Quinn'in sevgilisi Christine adlı kadının, Üçlemeci'nin kızı olduğu gerçeği izleyicileri tamamıyla ters köşeye yatırmıştır. Ayrıca Lundy'nin ölümüne sebep veren silahlı saldırıyı gerçekleştiren kişi de bu kadındır. Quinn için de son derece beklenmedik olan bu olay sezonun ilginç yanlarından biriydi. Christine'nin hapse girmemek için initiharı göze aldığını da hatırlatmakta yarar var. Amacı babası Arthur Mitchell'i korumaktı ama başarılı olamadı.
Bir diğer ilginç nokta ise Maria Laguerta ve Angel Batista'nın evlenmeleri. Sevgili olarak devam etmeleri taktirde aynı çalışma ortamında bulunamayacaklarının kendilerine izah edilmesi sonucunda evlenmeye karar verdiler, hatta bu olay çok hızlı bir şekilde cereyan etti ve şahit olarak da Dexter'ı uygun gördüler. Angel'in, Dexter'ı apar topar iş yerine çağırışı ve Dex'in verdiği tepki ise görülmeye değerdi.
Masuka ise gene diziye renk katmaya devam ediyor. Özellikle Debra'yla atışma sahneleri ayrı bir güzel.
Böylelikle diziyi yarılamış oldum. Önümde 4 sezon daha var, bu sevindirici. Bundan sonraki sezonları merak etme katsayım ise bir hayli artmış durumda.
4.sezon gözümde 2.sezonu da geride bıraktı ve şu anlık sezon sıralamam şöyle:
4 - 2 - 1 - 3
Okuma Şenliği Bahar 2014
Uzaktan takip ettiğim bir etkinliğe bu sefer ben de katılma kararı aldım.
Pinuccia'nın Kitapları adlı blogun ev sahipliği yaptığı bu etkinlik 15 Mart-15 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecekmiş, ben bir hafta geç katılacağım ama olsun, sorun değil. Böylesine eğlenceli bir organizasyonun havasını ben de teneffüs edeyim bir kez. Belki bu sonrakiler için de güzel bir başlangıç olur, kim bilir?
Etkinlik hakkında detaylı bilgiye ulaşmak isteyenler şuraya tıklayabilirler. Ben de sözü daha fazla uzatmadan listemi hazırlayayım.
1.Tavsiyelerine güvendiğim bir kişinin önerdiği kitap (En az 200 sayfa). 10 puan.
Bu kategoriden iki kitap okuyacağım ben. Birisi çok sevdiğim okuyanpenguen'in önerisi olan Çırılçıplak Aşk - Aret Vartanyan, diğeri ise artık aktif bir şiir okuyucusu olacağım için kendisine şunu mu, şunu mu, yoksa şunu mu okuyayım diye sorduğumda, bana bir öneri sunan kitap kurdu bir arkadaşım sayesinde Büyük Saat - Turgut Uyar. Eğer bu kategoride şiir kitabı geçersizse Büyük Saat'i elerim.
2.Bir şiir kitabı (Sayfa sınırlaması yok). 15 puan.
Önceden de bir sürü şiir kitabı okumuş olmama rağmen, artık İkinci Yeni'ye ağırlık vermenin zamanı gelmiştir diye düşünüyorum ve bu kategorideki tercihimi Cemal Süreya'dan yana kullanıyorum: Sevda Sözleri.
3.Herhangi bir edebiyat ödüllü kitap (En az 200 sayfa). 15 puan.
Bu kategoride de iki kitap okumaya karar vermiştim fakat sonra vazgeçip tek kitaba indirdim. Tercihimi ise Yann Martel'den yana kullandım: Pi'nin Yaşamı (2002/Man Booker). Filmini çok severim ve yanılmıyorsam üç kez izledim. Normalde uyarlamaların önce kitabını okurum lakin bu bir istisna.
4.Bir öykü kitabı (Sayfa sınırlaması yok). 15 puan.
İki romanını da okumuş olduğum sevdiğim bir yazar Doğu Yücel. Özellikle Varolmayanlar'ı her fantazya okuru okumalı, olağanüstüydü bence. Şehir fantazyası olduğunu da ekleyeyim hemen. Yücel'in okumadığım tek kitabı bir öykü kitabı olan Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları. Baskısı tükendiği için uzun zamandır arıyordum ve kısa süre önce bulmuştum. Tercihim budur.
5.Adında bir çiçek adı olan veya "çiçek" kelimesi geçen bir kitap (En az 200 sayfa). 20 puan.
Zorlandığım bir kategori oldu bu ve aksine tam uyacak bir kitabı iki hafta önce okuyup bitirmiştim.* Her neyse, şimdi yeni bir tane seçmek zorundayım. Ve sanırım buldum da. Bir şiir kitabı bu da, bu sefer ki Özdemir Asaf'tan: Çiçek Senfonisi. Umarım şiir kitabı da geçerlidir bu kategori için.
6.Bugüne dek hiçbir kitabını okumadığım bir kadın yazardan kitap (En az 200 sayfa). 20 puan.
Bu kategori sayesinde kitaplığımdaki kadın yazarların azlığını fark ettim ve dehşete düştüm! Yok değil, var, fakat LeGuin, Rowling, A.S. Byatt, Gülşah Elikbank gibi yazarların kitaplarını okudum. Dünya klasiklerine henüz göz atmadım (onların yeri farklı) ama ben okuyacağım kitabı buldum sanırım: Çocukluğun Soğuk Geceleri. Uzun zamandır okumak istiyordum Tezer Özlü'yü ve bu sayede ilk romanıyla başlamış olacağım, heyecanlıyım. Hemen yarın alıyorum kitabı.
Yazıyı yayınlamamın üzerinden 19 gün geçmiş ve ben anca şimdi fark ediyorum. E Çocukluğun Geceleri 100 sayfanın bile altında? Ben de almış, okumuş, bitirmiş ve üzerini çizmek için gelmiştim güya. Tüh. Dikkatsizlik. Şimdilik kalsın bakalım bu kategori, başka bir kitap bulunca güncellerim.
Bir dikkatsizlik sonucu Tezer Özlü okumuştum (kesinlikle pişman değilim) fakat elemek zorunda kalmıştım. Bu kategoride Jo Walton imzalı Ötekiler Arasında tercihimdir.
7.İlk kitabı 2010 veya daha sonrasında çıkmış bir yazarın kitabı (En az 200 sayfa). 20 puan.
Biraz düşündüm ve aslında bu kategoriyi tamamlamış olduğumu fark ettim. Bu sayede etkinliğe geç katılma durumum da ortadan kalkmış oluyor sanırım. Çünkü tam ayın 15'inde okumaya başladığım Albatros Süvarisi, Soner Canözer adlı müzisyenimizin ilk kitabı ve çok kısa bir süre önce çıktı. Vikitap adresimden tarih kontrol edilebilir.* Aslında bulabilirdim başka bir kitap fakat seçtiklerime baktığımda birçoğunun tuğla ebatlarında olduğunu fark ettim ve bu sayede kendimi bir kategoriden soyutlamış oldum.
Edit: Albatros Süvarisi 200 sayfanın altındaymış, yani geçersiz sayılıyor. Bu yüzdendir ki yeni tercihim sevdiğim bir ağbim olan M. İhsan Tatari. İlk kitabı Yemin ve Öç, 2010 yılında yayımlandı.
8.Sinemaya uyarlanmış bir kitap, ek olarak uyarlaması da izlenmeli (En az 200 sayfa). 20 puan.
En sevdiğim kategori bu oldu! Hatta 15 Mart'tan sonra başladığım Dorian Gray'in Portresi bitmek üzere. Vikitap'tan kontrol edilebilir başlangıç tarihim.* Oscar Wilde imzalı bu kitabı bitirdiğimde filmini de izleyecektim zaten, güzel bir tesadüf oldu.
9.Kütüphanemde uzun süredir okunmayı bekleyen bir kitap (En az 200 sayfa). 20 puan.
Bu kategoriye minnettar olacağım sanırım. İki yılı aşkın bir süre önce George MacDonald'ın üç kitabını almıştım, güya çok merak ediyordum ve hemen okuyacaktım. Evet, hala okumamışım. Tolkien'in bile "ustam" dediği, fantastik edebiyatın babalarından biri MacDonald, tercihim ise Kuzey Rüzgarı'nın Ardında adlı kitabı.
10.Ben doğmadan en az yüz yıl önce yazılmış bir kitap (En az 200 sayfa). 25 puan.
Bu kategoriye Edgar Allan Poe'nun, İthaki basımı olan Bütün Öyküleri'ni uygun gördüm ben. Şöyle ki dilimizde basımları çok geç olmasına rağmen, yazılış tarihleri yüz elli yıl öncesine bile dayanabiliyor. Umarım uygundur ve birkaç öykü okuduktan sonra bir kenara bıraktığım bu kitabı hak ettiği değeri vererek okuyabilirim.
11.Rus edebiyatından bir kitap (En az 200 sayfa). 25 puan.
Yine merak ettiğim bir kitap olan Oblomov'u da etkinlik sayesinde okuyacağımı umuyorum. Hele ki son bir hafta içinde iki arkadaşımla aramızda muhabbeti geçince iyice merak eder oldum. Gonçarov'un bu yapıtı 1859 basımı olduğu için, ben doğmadan en az yüz yıl önce basılmış bir kitap kategorisine koyacaktım, son anda vazgeçtim. Niye vazgeçtim, çünkü sondaki "ov" ekleri bir anda Rus edebiyatı olduğunu aklıma getirdi.
12.Aynı yazardan en az 1200 sayfa kitap okumak. 45 puan.
İlk on bir maddeye kitap bulma telaşesi içerisindeyken, sürekli aklımın bir köşesinde bunu düşünüyordum. Kimi okusam, kimi okusam? Herbert mı? Asimov mu? Jordan mı? King mi? Rothfuss mu? Bu yazarlar arasında gidip gelirken bir Türk yazar seçeceğimi tahmin etmiyordum ne yalan söyleyeyim, ama seçtim! Evet, seçtim. O kişi Hamit Çağlar Özdağ. Sevgili okuyanpenguen'in birkaç aylık baskılarına artık dayanamayacağım sanırım, bu yüzden yazarın üç kitaplık Kan Muskaları Destanı'nı okuyacağım. Üstelik İsyan Öyküleri adlı öykü kitabını da okuyup çok sevmiştim. Kitapların isimleri de sırasıyla Anstorra (663 sayfa), Alametler (565 sayfa), İhanetler (464 sayfa). Toplamda 1692 sayfa yapıyor. Şimdi fark ettim, ilk iki kitap 1200 sayfayı geçiyor, zamandan yana sıkıntım olursa üçüncü kitabı rahatlıkla erteleyebilirim.
1.Kitap: Anstorra
2.Kitap: Alametler
Bu iki toplamı 1228 sayfa yapıyor, üçüncü kitap ertelenmiştir.
Böylelikle tüm kategorilerim hazır, artık başlayabilirim! Herkese iyi okumalar dileğimi de ileteyim.
Pinuccia'nın Kitapları adlı blogun ev sahipliği yaptığı bu etkinlik 15 Mart-15 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecekmiş, ben bir hafta geç katılacağım ama olsun, sorun değil. Böylesine eğlenceli bir organizasyonun havasını ben de teneffüs edeyim bir kez. Belki bu sonrakiler için de güzel bir başlangıç olur, kim bilir?
Etkinlik hakkında detaylı bilgiye ulaşmak isteyenler şuraya tıklayabilirler. Ben de sözü daha fazla uzatmadan listemi hazırlayayım.
Bu kategoriden iki kitap okuyacağım ben. Birisi çok sevdiğim okuyanpenguen'in önerisi olan Çırılçıplak Aşk - Aret Vartanyan, diğeri ise artık aktif bir şiir okuyucusu olacağım için kendisine şunu mu, şunu mu, yoksa şunu mu okuyayım diye sorduğumda, bana bir öneri sunan kitap kurdu bir arkadaşım sayesinde Büyük Saat - Turgut Uyar. Eğer bu kategoride şiir kitabı geçersizse Büyük Saat'i elerim.
2.Bir şiir kitabı (Sayfa sınırlaması yok). 15 puan.
Önceden de bir sürü şiir kitabı okumuş olmama rağmen, artık İkinci Yeni'ye ağırlık vermenin zamanı gelmiştir diye düşünüyorum ve bu kategorideki tercihimi Cemal Süreya'dan yana kullanıyorum: Sevda Sözleri.
3.Herhangi bir edebiyat ödüllü kitap (En az 200 sayfa). 15 puan.
Bu kategoride de iki kitap okumaya karar vermiştim fakat sonra vazgeçip tek kitaba indirdim. Tercihimi ise Yann Martel'den yana kullandım: Pi'nin Yaşamı (2002/Man Booker). Filmini çok severim ve yanılmıyorsam üç kez izledim. Normalde uyarlamaların önce kitabını okurum lakin bu bir istisna.
İki romanını da okumuş olduğum sevdiğim bir yazar Doğu Yücel. Özellikle Varolmayanlar'ı her fantazya okuru okumalı, olağanüstüydü bence. Şehir fantazyası olduğunu da ekleyeyim hemen. Yücel'in okumadığım tek kitabı bir öykü kitabı olan Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları. Baskısı tükendiği için uzun zamandır arıyordum ve kısa süre önce bulmuştum. Tercihim budur.
5.Adında bir çiçek adı olan veya "çiçek" kelimesi geçen bir kitap (En az 200 sayfa). 20 puan.
Zorlandığım bir kategori oldu bu ve aksine tam uyacak bir kitabı iki hafta önce okuyup bitirmiştim.* Her neyse, şimdi yeni bir tane seçmek zorundayım. Ve sanırım buldum da. Bir şiir kitabı bu da, bu sefer ki Özdemir Asaf'tan: Çiçek Senfonisi. Umarım şiir kitabı da geçerlidir bu kategori için.
Bu kategori sayesinde kitaplığımdaki kadın yazarların azlığını fark ettim ve dehşete düştüm! Yok değil, var, fakat LeGuin, Rowling, A.S. Byatt, Gülşah Elikbank gibi yazarların kitaplarını okudum. Dünya klasiklerine henüz göz atmadım (onların yeri farklı) ama ben okuyacağım kitabı buldum sanırım: Çocukluğun Soğuk Geceleri. Uzun zamandır okumak istiyordum Tezer Özlü'yü ve bu sayede ilk romanıyla başlamış olacağım, heyecanlıyım. Hemen yarın alıyorum kitabı.
Yazıyı yayınlamamın üzerinden 19 gün geçmiş ve ben anca şimdi fark ediyorum. E Çocukluğun Geceleri 100 sayfanın bile altında? Ben de almış, okumuş, bitirmiş ve üzerini çizmek için gelmiştim güya. Tüh. Dikkatsizlik. Şimdilik kalsın bakalım bu kategori, başka bir kitap bulunca güncellerim.
Bir dikkatsizlik sonucu Tezer Özlü okumuştum (kesinlikle pişman değilim) fakat elemek zorunda kalmıştım. Bu kategoride Jo Walton imzalı Ötekiler Arasında tercihimdir.
7.İlk kitabı 2010 veya daha sonrasında çıkmış bir yazarın kitabı (En az 200 sayfa). 20 puan.
Biraz düşündüm ve aslında bu kategoriyi tamamlamış olduğumu fark ettim. Bu sayede etkinliğe geç katılma durumum da ortadan kalkmış oluyor sanırım. Çünkü tam ayın 15'inde okumaya başladığım Albatros Süvarisi, Soner Canözer adlı müzisyenimizin ilk kitabı ve çok kısa bir süre önce çıktı. Vikitap adresimden tarih kontrol edilebilir.* Aslında bulabilirdim başka bir kitap fakat seçtiklerime baktığımda birçoğunun tuğla ebatlarında olduğunu fark ettim ve bu sayede kendimi bir kategoriden soyutlamış oldum.
Edit: Albatros Süvarisi 200 sayfanın altındaymış, yani geçersiz sayılıyor. Bu yüzdendir ki yeni tercihim sevdiğim bir ağbim olan M. İhsan Tatari. İlk kitabı Yemin ve Öç, 2010 yılında yayımlandı.
En sevdiğim kategori bu oldu! Hatta 15 Mart'tan sonra başladığım Dorian Gray'in Portresi bitmek üzere. Vikitap'tan kontrol edilebilir başlangıç tarihim.* Oscar Wilde imzalı bu kitabı bitirdiğimde filmini de izleyecektim zaten, güzel bir tesadüf oldu.
Bu kategoriye minnettar olacağım sanırım. İki yılı aşkın bir süre önce George MacDonald'ın üç kitabını almıştım, güya çok merak ediyordum ve hemen okuyacaktım. Evet, hala okumamışım. Tolkien'in bile "ustam" dediği, fantastik edebiyatın babalarından biri MacDonald, tercihim ise Kuzey Rüzgarı'nın Ardında adlı kitabı.
10.Ben doğmadan en az yüz yıl önce yazılmış bir kitap (En az 200 sayfa). 25 puan.
Bu kategoriye Edgar Allan Poe'nun, İthaki basımı olan Bütün Öyküleri'ni uygun gördüm ben. Şöyle ki dilimizde basımları çok geç olmasına rağmen, yazılış tarihleri yüz elli yıl öncesine bile dayanabiliyor. Umarım uygundur ve birkaç öykü okuduktan sonra bir kenara bıraktığım bu kitabı hak ettiği değeri vererek okuyabilirim.
11.Rus edebiyatından bir kitap (En az 200 sayfa). 25 puan.
Yine merak ettiğim bir kitap olan Oblomov'u da etkinlik sayesinde okuyacağımı umuyorum. Hele ki son bir hafta içinde iki arkadaşımla aramızda muhabbeti geçince iyice merak eder oldum. Gonçarov'un bu yapıtı 1859 basımı olduğu için, ben doğmadan en az yüz yıl önce basılmış bir kitap kategorisine koyacaktım, son anda vazgeçtim. Niye vazgeçtim, çünkü sondaki "ov" ekleri bir anda Rus edebiyatı olduğunu aklıma getirdi.
İlk on bir maddeye kitap bulma telaşesi içerisindeyken, sürekli aklımın bir köşesinde bunu düşünüyordum. Kimi okusam, kimi okusam? Herbert mı? Asimov mu? Jordan mı? King mi? Rothfuss mu? Bu yazarlar arasında gidip gelirken bir Türk yazar seçeceğimi tahmin etmiyordum ne yalan söyleyeyim, ama seçtim! Evet, seçtim. O kişi Hamit Çağlar Özdağ. Sevgili okuyanpenguen'in birkaç aylık baskılarına artık dayanamayacağım sanırım, bu yüzden yazarın üç kitaplık Kan Muskaları Destanı'nı okuyacağım. Üstelik İsyan Öyküleri adlı öykü kitabını da okuyup çok sevmiştim. Kitapların isimleri de sırasıyla Anstorra (663 sayfa), Alametler (565 sayfa), İhanetler (464 sayfa). Toplamda 1692 sayfa yapıyor. Şimdi fark ettim, ilk iki kitap 1200 sayfayı geçiyor, zamandan yana sıkıntım olursa üçüncü kitabı rahatlıkla erteleyebilirim.
Böylelikle tüm kategorilerim hazır, artık başlayabilirim! Herkese iyi okumalar dileğimi de ileteyim.
Efendi Uyanıyor - H.G. Wells
Yakın bir zamanda okumaktan en çok hoşlandığım türün distopya olduğuna karar vermiştim. İş bu sebeple kitaplığımda duran okumadığım birkaç distopya eserine gözümü diktim. Tercihimi ise Maya Kitap'ın geçen sene türün sevenlerine bir sürpriz yaparak, "edebiyat tarihinin ilk distopyası" olarak anılan Wells'in "Efendi Uyanıyor"undan yana kullandım.
Kendisinden beklenmeyen bir özveriyle dilimize kazandırdı bu kitabı yayınevi. Hem kendi, hem de türün sevenleri adına teşekkür ediyorum.
"Edebiyat tarihinin ilk distopyası" cümlesi zaten yeterince ilgisini cezbediyor insanın. Bir de bunun yanına H.G. Wells gibi bir üstadın ismini koyduğumuzda çok daha cüretkar, çok daha merak uyandırıcı bir hale geliyor "Efendi Uyanıyor".
Buradan sonrası çok az miktarda spoiler içerir. Ama kitabın arka kapağında yazanları göz önünde bulundurunca, içermiyor olabilir de. Yine de okuyup okumamak size kalmış.
Kitap, 19.yy.'da başlıyor ve bizlere uyumakta zorluk çeken bir adamı tanıtıyor. Bu adamın adı Graham. Uyku sorunsalı yüzünden yine son birkaç gündür uyuyamadığını açıklıyor o sırada karşılaştığı İsbister adlı adama. Adam uyuması gerektiğini söylese de, Graham bu duruma itiraz ediyor ve uyuyamadığını dile getiriyor. İsbister, Graham'ı kendi evine getirdikten sonra ise, koltuğa çöküp kalan Graham bir anda uyuyor. Fakat bu normal bir uyku değil, tamı tamına 203 yıl sürecek bir uyku.
Graham 19.yy.'da uyuyor ve gözlerini 21.yy.'da açıyor. Wells'in ustaca anlatımıyla uyandığı dünyayı en ince ayrıntısına dek öğrenebiliyoruz. Bir kaos ve savaş ortamına gözlerini açıyor Graham. Uyanışı çevresindeki insanlar başta olmak üzere tüm dünyayı şaşkına çeviriyor. Hiç kimse uyanmasını beklemediği için, bu olay çok garip karşılanıyor, herkesin eli ayağı birbirine dolaşıyor. Graham'ın uyandığını duyan insan kalabalığı her geçen saniye artıyor, Graham'sa şaşkın.
Olup bitenleri, karşılaştığı manzaraları anlamlandırmaya çalışsa da, bunun bir rüya olduğu düşüncesinden öteye gidemiyor. Verdiği uzun çabalar sonucunda ise nihayet kendisine bir açıklama yapılıyor ve 203 yıl boyunca aralıksız uyuduğu, şu anda 21.yy.'da olduğu belirtiliyor.
Bu andan sonra tıpkı okur gibi Graham da büyük bir karmaşanın içerisinde bulur kendisini. Transa geçmeden önceki dönemde insanlarla fazla içli dışlı olmayan Graham, artık "dünyanın efendisi"dir. Uyuduğu esnada değişen birçok şey gibi, kendisinin halk nezdindeki değeri de artmış bulunmaktadır.
Banka hesabına yansıyan faizlerle birlikte Graham dünyanın en zengin kişisi olduğunu öğrenir. Konsey'in kendi adına dünyayı parmağında oynattığını da öğrenen Graham, aniden çıkan savaşın ortasında bulur kendisini. Devrimci güçlerle Konsey'in savaşıdır bu ve kısa süre içerisinde Graham da kendine bir saf seçmelidir. Nitekim devrimcilerin safında yer alarak Konsey'e kafa tutmaya karar verir. Tam zamanında kaçtığını, konseyin kendisini öldürme kararı aldığını da fark edecek olan Graham, yabancısı olduğu 21.yy. dünyasında kendisine inananlarla birlikte bir ütopya kurmak için çabalar.
Biz okurlar zaman sıçrayışında Graham'a eşlik edip onunla birlikte yaşıyoruz tüm bu olanları ve bu yüzdendir ki, ne biz Graham'dan bir tık yukarıdayız, ne de o bizden. Yani demek istediğim, Biz, Cesur Yeni Dünya, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi distopyalardan bir farkı bulunuyor Efendi Uyanıyor'un, o da şu: Bu üç kitapta da sistemin kölesi olmuş toplumlara konuk oluyoruz, Wells'in distopyasında ise önce insanların özgürce yaşadığı, normal bir dünya düzenine tanık olduktan sonra, ana karakterimizle birlikte bir anda karanlık bir gelecek tasvirine sıçrıyoruz. İşte bu olay örgüsü bu kitabı farklı bir kefeye koymaya yetiyor.
Kitap bu denli ilginç bir konu üzerinde akıp giderken, "sonunda ne olacak?" merakı baskınlığını son ana dek koruyor. Fakat itiraf etmeliyim ki -yazıldığı zamana göre değerlendirdiğimizde- bu üst düzey kitabın böylesine bir finali hak etmediğini düşünüyorum. Bir okur olarak kendimi ikinci plana atıp kitabı daha çok düşündüğümü ise bu şekilde itiraf etmiş olayım. Zira Efendi Uyanıyor mükemmel bir okumalık sunuyor. Heyecanla okuduğumuz sayfalar bize güzel bir keyif yaşatıyor.
Bilimkurgu okurlarına, özellikle de alt dalı konumundaki distopya severlere önerimdir. Zaman Makinesi, Dünyaların Savaşı, Görünmez Adam gibi kült kitapların yazarı Wells'in bu kitabının tadına da bakılmalı.
20 Mart 2014 Perşembe
Dokunma Dersleri - Yalçın Tosun
Yalçın Tosun, önceki kitapları "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler" ve "Peruk Gibi Hüzünlü"de olduğu gibi, tamamen kendine has üslubuyla, kısa ama vurucu öyküleriyle üçüncü kez selamlıyor bizi "Dokunma Dersleri"nde.
Son dönem edebiyatımızın başarılı öykücülerinden biri Yalçın Tosun ve bu kitapla birlikte hem öykü yelpazesini genişletiyor hem de öykücü kimliğini biraz daha sağlamlaştırıyor.
Toplam yirmi öykünün yer aldığı kitap dört ana başlığa ayrılmış durumda. Bütün öykülere kısaca değinmek istedim yine. Buradan sonrasını okuyup okumamak sizin tercihiniz.
1.Bölüm: Arzuyu Örtüsünden
Damdaki: Sevdiği kızla bir geceliğine damda yatan adamın duygu ve düşüncelerine konuk oluyoruz kitabın bu ilk öyküsünde.
Yaralı Bir Kaplan: Atıf ve Atıf'tan bir yaş küçük bir kız hikayenin başrolündeki kişiler. Atıf albinodur ve ikisi, iyi arkadaşlardır.
Bir Kocanın Gizli Defterinden: Aşırı sorunlu bir kocanın karısı hakkında kapıldığı düşünceler. Böyle bir ruh hali içerisinde olanlar var mı gerçekten diye sorgulamamı sağladı bu öykü.
"Evlilikte olur böyle şeyler. Bir süre sonra sözcüklerin yerini başka şeyler alır. Sözcüklerin tozlanmasın diye özenle paketlenerek rafa kaldırma sanatıdır bir anlamda evlilik."
Homoeroticus: Okulunun tatile girmesinin ardından, adadaki teyzesine gitmek için bankta oturmuş vapurun gelmesini bekleyen çocuk ve daha önce kitapçıda da karşılaşmış olduğu, şu an tam karşısında oturup, kendisine gülümsemekte olan yaşlı adam.
"Kısacası, mutlu olmam için birçok sebebim vardı. Ama mutlu değildim işte. Gerisi de beyhudeydi."
Sıcak Sandalye: Oyunculuk atölyesinde eğitim gören anlatıcı ve hiç kimseyle muhabbeti olmayan Mete. Bir gün öğretmenlerden biri "Sıcak Sandalye" getirir sınıfa ve bu andan sonra bazı şeyler değişecektir.
2.Bölüm: Tanıdık Yabancılar Makamı
Trendeki: Kocasının ölümünden sonra oğlu ve bunak kaynanasıyla yalnız başına kalan bir kadının içler acısı öyküsü.
Soğuk Yılan: Bir anne ve lezbiyen kızının bir cafede buluşmasının anlatıldığı bu öykünün sonunda, annenin sergilediği davranıştan da yola çıkarak, "Acaba anne de mi lezbiyen?" diye sordum kendime.
Çilek Ne ki: Karısını aldatan baba ve daha çileğin ne demek olduğunu, tadının neye benzediğini bilmeyen iki oğlan çocuğu. Anne ise gülüyor... İlginç bir öyküydü.
Firari Parmağın Ucu: Ölmek isteyen ama bir türlü bunu beceremeyen bir ergen kız karşılıyor bizi bu öyküde. Yine gözlerini hastaneden açıyor, yine annesi ağlıyor, yine firari parmağın ucu ona gülümsüyor.
"Zavallılığım, diye geçiriyorum içimden, ne çok giysisi var."
Saklı: Minibüste yaşanan, "Bana niye bakıyorsun?" olayının dört ayrı kişinin gözünden aktarıldığı, müthiş bir öykü.
3.Bölüm: Bilindik Sırlar Makamı
Drama Queen: Öykü değil aslında bu, bir senaryo. Yalçın Tosun öykücülüğünün yanında senaryo yazarlığına da soyunmuş burada, başarılı da. Aklıma ilk gelense, bu senaryodan kısa bir film çıkabileceği.
Dilan'ın Ormanı: Mahalledeki çocuklardan birinin, Dilan adlı kız hakkındaki düşüncelerini okuyoruz. Dilan'ın başına korkunç bir şey gelmesinin ardından bir süre onu görememesini ve sonra yavaş yavaş unutmasını. Kitapta en etkilendiğim öykünün bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Tosbağa Öldürmek: Utangaç bir çocuğun öyküsü. Nefret ettiği öğretmeninin, okul dışında da bir hayatının olduğunu, pencereden gizlice evini gözetleyerek öğreniyor ve bu durum onu şaşırtıyor.
"Öyle utangaç bir çocuktum ki, dünyadan özür diler gibi gülüyordum. Ağaçlara bakmak utandırıyordu beni ya da bulutların yavaş yavaş hareket etmesi.
Kibritçi Kız: Vurucu bir öykü daha. Bir "ibne"nin babası tarafından dışlanması ve onun hayatta kalma çabası. Kitaptaki en sevdiğim ikinci öykü oldu.
Ruhsar Hanım'la Levon Bey'in Beş Çayı: Levon Bey'in, bir hayat kadını olan Ruhsar Hanım'ı beş çayına davet etmesi ve Ruhsar Hanım'ın bu duruma anlam verememesi. İlginç bir son.
"Benim çok uzun zamandır kendi rüyalarım yok. Çok acı bir düşme hikayem de yok benim. Düşmenin kendisi zaten yeterince acı."
4.Bölüm: Küçük Kesikler
Pansiyondaki: Sarhoş bir adam ve sevgilisinin pansiyon maceralarını okuyoruz. Eskiden kaldıkları bir pansiyonda tekrar kalıyorlar.
Kucak Delisi: Sıla ve Nilay adlı iki lezbiyenin konuşmalarına, anılara dalmalarına tanıklık ediyoruz.
Şarkı Bitti: Sevdiği bir kadın için sahaf dükkanı açan ve onun tüm plaklarını, fotoğraflarını toplayan bir adam. Dükkanında hep o kadının sesi ve bir gün de bedeni... Kitaptaki en sıra dışı öyküydü bu sanırım.
Ferhat Olmak: Kahveye giren bir adamın, oturan ötekine onun Ferhat olup olmadığını sormasıyla başlıyor öykü. Ferhat rolü oynamaya karar veren adamınsa duyguları oldukça hassas, kimseyi incitmek istemiyor.
Herkes Kendi Gemisinde: Kitabın bu son öyküsü, en çok etkilendiğim üçüncü öykü oldu. Bir baba ve oğul ilişkisi. Duygu yüklü.
Peruk Gibi Hüzünlü - Yalçın Tosun
Yalçın Tosun'un daha önce "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler" adlı ilk kitabını okumuştum, bu da ikincisi. Peruk Gibi Hüzünlü tıpkı ilki gibi kısa öykülerden oluşuyor. Dört bölüm mevcut kitapta ve her bölümde 4'er öykü bulunuyor. Öyküler birkaç konuda ortak paydaya sahip: dostluk, arkadaşlık, sevgi, tutku, bağlılık ve keder...
Son derece yüzeysel bir şekilde öykülere değindim. Ama yine de buradan sonrasını okuyup okumamak keyfinize kalmış.
Muzaffer ve Muz: İki yakın arkadaş. Hikayeyi anlatan kişi ve Ali. Öykünün sonunda dostluklarının değerini, birbirleri için ne ifade ettiğini öğreniyoruz.
Altın Günü: Günümüzde klasikleşen, kadınların başrolde olduğu bir altın gününe tanık oluyoruz bu öyküde.Yazarın erkek olması kadın karakterler hakkında yazamadığı anlamına gelmiyor elbette.
Masumiyet: Alp adındaki çocuk doğum gününe arkadaşlarını çağırır. Davetli olmayan, öykünün anlatıcısı konumundaki çocuk da gidiyor partiye. Sonrasın da yaşananlar da ilginç tabii.
Beyaz Sabun: Babaannesi ölen bir çocuk. Önce şaşkın. Sonra bilinçli. Ve en sonda da umursamaz. Ufak bir değişim geçirmesine şahit oluyoruz. Bu değişimde babasının etkisi yadsınamaz. Etkileyiciydi.
Hantal Köpek: Kendinden yaşça büyük kadınlardan hoşlanan bir üniversite öğrencisi ve onun hantal bir köpeği sevdiği kadından kıskanışının öyküsü.
Üç Kadınlı Şehir: Üç kadının dramatik hikayesi: Zehra, Zöhre ve Zeren. Anladığım kadarıyla ikisi lezbiyen.
Tuhaf Adam: Kitapta sevdiğim öykülerden biri oldu Tuhaf Adam. Gramofon tamirciliği yapan sessiz sakin bir adamın arkadaş edinmesiyle gelişen olaylar onu evine yemeğe davet etmesiyle devam eder.
Yakup'un Bulduğu: Ödevi senaryo yazmak olan Yakup'un geçmişe dönüp anılarını taraması ve sıcak bir yaz gününde takılı kalması.
Onat'ın Odası: 2 yakın arkadaşın hayatları üniversite yolunda ayrılır. Biri İstanbul'a diğeri Ankara'ya gider. İstanbul'da olan Ankara'daki arkadaşını ziyaret etmek ister. Sorgulatan, düşündüren bir öyküydü. Kitabın en sevdiğim 2.öyküsü oldu.
Üç Adamlı Zaman: Anladığım kadarıyla öyküdeki üç adam da gay. Mahir, Erdinç ve Erdinç'in babası. Erdinç ve Mahir sevgililer. Böyle ilginç ama olağan şeyler okuyoruz işte. Sıradan bir sevgili hayatı. Ama sonu şaşırttı.
Bazı Köfteler: Birkaç farklı duyguyu beraber hissettiğim bir öykü oldu bu. Bazı diyaloglara gülümsesem de, sonu beni üzdü. Köfteyi çok seven bir çocuğun hikayesi.
Bir Bavul İçin Noktrün (Hiç Çekilmeyecek Bir Film): Anlatın bakımından en beğendiğim öykü bu oldu. Leylak kokan bir kadın ve biri uzun boylu diğeri kirli sakallı iki adam. Güzeldi.
"Hüzün saklanmayan şeylerden değildir."
"Her şeyi sevemez ki insan, yaralanarak hiç sevemez."
"Acı anlamsız olur mu?"
Ferda'nın Unuttuğu: Sıra dışı bir öyküydü bu, baştan sona kadar hem de. Çünkü noktalama işaretleri yer almıyordu. Bu şekilde okumanın ne kadar zor olduğunu anlamış oldum. Finali de sıra dışıydı gerçi bu öykünün. Düşündürdü.
Bir Gök Bakımlık: Bu öykünün en çok ismini sevdim, çok orjinal geldi bana. Baştan aşağı tüm kıyafetleri ve takıları sarı renkli olan bir kadın ve o kadının hal ve hareketlerine şahit olan sevgililer.
Muhayyel'in Aradığı: Ne aradığını bilmeyen Muhayyel evin altını üstüne getirir. Bu sırada annesi de uyanmaya niyetli değildir...
Madam Marini'nin Tamamlanmış Bir Resmi: Kitapta yer alan en uzun öykü buydu ve haliyle en etkileyici olanlarından biri de. 2 ana karakter üzerine kurulmuş öykü: Madam Marini adında yaşlıca bir kadın ve Mahir adlı bir travesti. Aynı apartmanda oturan bu iki yakın dostun birbirleriyle olan sevgi dolu ilişkilerine şahit oluyoruz. Hayatlarını idame ettirebilmek için katlandıkları zorlukları, Yalçın Tosun'un usta kalemiyle öğreniyoruz. Bu öykü de üzücü bir finale sahip.
"Hayallere dalmak ya da geçmişi anmak yalnızlığını gidermese de geçici bir huzur veriyordu ona, ama hepsi bu."
Genel Yorum: Yalçın Tosun okuyan biri muhtemelen şunu fark etmiş olacaktır: Öykülerin belli bir başı ve sonu yoktur. Öyküde yer alan karakter(ler)in hayatına bir anda girer ve bir anda çıkarız. Bir son yoktur öyküde. Açık uçludur. Gerisi kendi hayal gücümüze kalmıştır. Ve bazıları da öyle bir yerde biter ki, okuru afallatır. Bir süre düşünmek gerekir kavrayabilmek için İşte bu Yalçın Tosun tarzıdır.
Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler - Yalçın Tosun
Hemen hemen bir sene oldu okuyalı. Şöyle ufaktan bir yorum bırakayım unutmamak adına.
Öykülerin genelinde anlatıcının kadın karakter olması en ilginç noktaydı sanırım, özellikle yazarın erkek olduğunu düşünürsek. Diğer kitabında da bu durum söz konusu mu acaba diye merak etmeye başladım şimdiden. Fakat bunu hoş karşılamadığım gibi bir izlenime kapıldığım söylenemez. Kadınların dünyasından seçmeler gibi daha çok. Elbette güzel bir yaklaşım bu. Yalçın Tosun, kadınların karmaşık dünyasından tasvirler sunuyor bizlere. Bunun altından çok başarılı bir şekilde kalkmış olduğu gerçeğini es geçmek olmaz. Hakkını vermek gerek.
Kitabın içerisinde bulunan on altı öyküde de şiirsel bir anlatım mevcut. Tosun'un ilk kitabı olduğunu da göz önünde bulundurursak eğer, bu durum oldukça ilginç geldi bana açıkçası. İlginç ve umut verici. Yazarın bir sonraki kitaplarının daha iyi olacağının sinyallerini gördüm desem yeridir. En beğendiğim öyküler, Sinema, Kale Direği, Parkta ve Unutmabeni Çiçekleri oldu.
Bana öyle geliyor ki, Yalçın Tosun'dan daha nice güzel şeyler okuyacağım/z gibi bir cümle sarf etmiştim bu kitabı okuduktan sonra, nitekim öyle de oldu. Bunun ardından diğer öykü kitaplarını da okudum Tosun'un gerçekten de güçlü bir öykücü olduğuna kanaat getirdim.
Neden Yazıyorum - George Orwell
Bu kitap da tıpkı "Kitaplar ve Sigaralar"da olduğu gibi George Orwell'ın yazılarından oluşuyor. İki adet denemesinin, iki adet de anısının yer aldığı "Neden Yazıyorum?" da Sel Yayıncılık'tan çıktı birkaç ay önce. Bu iki kitapla birlikte Sel Yayıncılık'a olan saygım tavan yapmış bulunmakta. Yirminci yüzyılın en önemli yazarları arasında gösterilen Orwell'ı daha yakından tanımamızı sağlayan bu iki eser adına, yayınevine teşekkürlerimi sunuyorum, minnettarım.
Bu kitapta da dört ana başlık yer alıyor. İkisi deneme, diğer ikisi de Orwell'ın anıları. Şimdi kısaca, tek tek onlara değineceğim.
Neden Yazıyorum?: Bu bölümde Orwell bizlere yazar olmayı neden seçtiğini, yazar olmaktaki amacını, doğduğu dönemin ve doğduğu dönemdeki politik olayların mesleğine etkilerini ve eğer başka bir zamanda doğsaydı daha başka şeyler yazabileceğini söylüyor.
"Oldukça erken bir yaştan, belki beş ya da altı yaşından itibaren yazar olmam gerektiğini biliyordum. On yedi ile yirmi dört yaşları arasında bu fikirden caymaya çalıştıysam da, bunu yaparken esas doğama zulmettiğimin ve er ya da geç yola gelip kitap yazmam gerektiğinin bilincindeydim."
"Geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda yazmayı (en azından nesir yazmayı) sağlayan dört temel dürtü vardır. Bu dürtüler, her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüleri her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Katıksız egoizm, estetik coşku, tarihsel itki, politik amaçlar."
"Barışçıl bir çağda şatafatlı ya da sadece betimleyici kitaplar yazabilir ve politik bağlılıklarımdan neredeyse bihaber olabilirdim. Ancak şimdi bir propagandacı olmak zorunda bırakıldım."
"Kitap yazmak, acı verici bir hastalığın uzun süren nöbeti gibi insanı bitiren korkunç bir mücadeledir."
Aslan ile Takboynuz: Sosyalizm ve İngiliz Dehası: Kitabın ikinci başlığı ise üç ayrı kısma ayrılıyor. Sırasıyla: "İngiltere, Sizin İngiltereniz", "Esnaflar Savaşta" ve "İngiliz Devrimi".
Alt Başlık: İngiltere, Sizin İngiltereniz: Bu bölümde Orwell otuz bir sayfa boyunca İngiltere'den bahsediyor. Çeşitli yönlerden, farklı bakış açılarıyla İngiltere'yi irdeliyor.
Alt Başlık: Esnaflar Savaşta: "Bu kitaba Alman bombalarının sesiyle başladım ve ikinci bölüme bir de fazladan yaylım ateşinin gürültüsüyle başlıyorum," diyor Orwell yazıya başlarken ve ek olarak sosyalizm ve faşizm, Hitler ve 2.Dünya Savaşı'ndan bahsediyor.
Alt Başlık: İngiliz Devrimi: Bu bölümde Orwell, İngiliz devriminden ve bunun nasıl gerçekleşebileceğinden dem vuruyor. Altı adet madde sıralıyor ve daha sonra bu maddeleri tek tek açıklıyor. İngiltere'nin savaşı nasıl kazanabileceğinden, nasıl bir sosyalist devlet kurulabileceğinden bahsediyor.
Bir İdam: George Orwell, Burma'da geçirdiği günlerden birinde yaşamış olduğu kısa bir olayı anlatıyor. O yıllarda İngiltere'nin bir sömürgesi olan Burma'daki polis teşkilatında görevli olan Orwell, şahit olduğu idam sahnesini etkileyici bir şekilde öyküleştirmiş. Kendi duygu ve düşüncelerinden oluşan bu öyküyü, elbette ki hapishane atmosferinin de etkisiyle çok sevdim. İnsanı sarsan türden bir sona sahip...
Bir Fili Vurmak: Orwell'ın, Burma'da geçirdiği günlerden bir anı daha. "Bir Fili Vurmak" adı altında, Orwell'ın yaşadığı bir olay olduğunu bilmesek, öykü diyebileceğimiz bir atmosferde geçen, yine insanı bir nebze de olsa etkileyen bir anı bu.
Bir filin sokaklarda gezip etrafa zarar verdiğini duyan Orwell, atlıyor midillisine ve olay mahalline gidiyor. Yerde cansız yatan bir bedene de rastlayınca emir erine silahını ve fişekleri getirmesi için emir veriyor. Silahlar geldiğindeyse iş garip bir hale bürünüyor.
Burmalı insan kalabalığı arttıkça artıyor ve Orwell da o esnada içinden geçen düşünceleri bizimle paylaşıyor. Silahları getirtmekle büyük bir hata yaptığının farkına varıyor ama daha sonra da başka bir çaresi olmadığını belirtiyor. Uzunca bir süre fili vurmakla vurmamak arasında kalıyor, vicdanının nasıl da rahatsız olduğunu dile getiriyor. Kısaca kendisiyle çetin bir iç savaş yaşıyor. Finalde gerçekleşen olaydan bahsetmeyeceğim ama. Okuyunuz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)