22 Ekim 2013 Salı
Gece Oturumları - Ken Macleod
Gece Oturumları hakkında söyleyebileceğim ilk şey 2008 Britanya En İyi Bilim Kurgu Romanı Ödülü'nü kesinlikle hak etmiş olduğu. Aslında vurgulamak istediğim ödülün adı değil, bir ödül almış olduğu gerçeği. Yazar Ken Macleod'un ise ESFS ödüllü olduğunu belirtmekte yarar var.
Bilimkurgunun olduğu kadar polisiyenin de mevcut olduğu bir siyasi gerilim romanı Gece Oturumları.
Bilimkurgu denince birçok kişinin aklına insanlar tarafından yapılmış mekanik robotlar ve gezegenler arasında yolculuk yapan devasa uzay araçları gelir. 2.şık bu kitapta yer almıyor ama eğer robotların bolca yer aldığı bir kitap arıyorsanız bu sürükleyici kitap tam size göre!
Nükleer silahların bolca kullanıldığı bir gelecekte İman Savaşları beklenmedik bir sonuca yol açarak dinin tüm dünyada gücünü kaybetmesine neden olmuştur. Kitabın hakim olduğu dünya dinden, terörden ve daha birçok kötülükten arındırılmış; insanların, robotların ve insansı robotların bir arada yaşadığı türden.
Bir piskoposun öldürülmesi kitaptaki olayların başlangıç noktası. Buraya kadar salt bilimkurgu okurken, buradan sonra işin içine polisiye de giriyor ve birbirinden çok uzak bu iki türün ustaca harmanlanışına tanık oluyoruz.
Cinayeti araştırmakla görevli Komiser Adam Ferguson çok geçmeden bunun bir terörist eylem olduğu sonucuna varır. Kimler planlamıştır bu cinayeti? Ve amaçları nelerdir? Kısa bir süre sonra Adam Ferguson bu sorulara da yanıt bulacaktır.
Kitabın farklı bir sürece girmesiyse bu noktadan sonra başlıyor ve okurda merak unsuru artış gösteriyor. Sayfalar ilerledikçe karakter yelpazesinin de genişlediği kitap, deyim yerindeyse okurunu geriyor ve tatmin edici bir finalle de son buluyor.
Ben sevdim Gece Oturumları'nı. Güzel bir bilimkurgu macerasıydı. İşin içine din olgusu da girince gerçekten ilginç bir kitap çıkmış ortaya. Kitap hakkında daha detaylı bilgi vermek istemedim, yüzeysel değindim.
Az da olsa bilimkurguya ilgisi olanların okurken sıkılmayacağına garanti veririm.
Alıntılar:
"Robotlar insan yüz ifadelerini ve duygularını okumada insanlardan daha becerikliydiler."
"Dünyanın gerçekliğine inanıyorsan hiçbir şey delilik değildir." -Jessica.
"Ne kadar az korkarsan sonunda o kadar çok merhamet görürsün, değil mi?" -Brian Walker.
"Espri kavramsal bir yeniden düzenlemenin anlık sonucudur." -Kelle2
"Başkasının acısını hissedemezdiniz. Buydu işte. Duygudaşlık, evet, mümkündü; beyninizdeki ayna-nöronlarınız anlayışla ışıldayabilirdi ama işin özünde kimse başkasının acısını hissedemezdi."
Yarım - Emre Kalcı
Okuduğum 5.Emre Kalcı kitabının adı Yarım. Bu kitapta birçok şey yarım. Yarım bir elma, yarım bir kalp, yarım bir aşk ve kitabın sonunda yer alan 3 adet yarım kalmış mektup. Vuruyor Emre Kalcı cümleleriyle bizi bir kez daha. Aşkı tatmış bir insandan böyle şeyler okumak çok zor olmasa gerek, aşkı tatmış bir insanın böyle şeyleri okuması da çok zor olsa gerek. Kelimelere daha fazla anlam yüklenir çünkü. Güzeldi, güzel.
Alıntılar:
"Boş bir kitabı da sever insan, çünkü en çok boş bir
kitabın içine güzel şeyler yazabilme ihtimalin vardır... O ihtimalle, en
olmayacak hevese, olmuş gibi asılırsın..."
"Gitmek herkesin hakkı da, giden herkes haklı mı?"
"Deneyecektik olabilme ihtimalini; ölebilme ihtimaline
ihtimal vermeyecektik bir ateş yakmaya çalışırken..."
"Hayat kimi kalan yapıyorsa diğerini de yalan yapıyor,
inan bana..."
"Ama sonunda, bütün güzel rüyalardan uyanır
insan..."
"Çalınmış bir kalp, alınmışsa çaldığını fırlatıp atan
hırsızına, suç sayılır mı ki bu iki cihanda? O gece sayıldı."
"Aşk, tuzağına düşmemen gereken değil, uzağına düşmemen
gerekendir."
El - Emre Kalcı
El için gene klasik bir Emre Kalcı kitabı demek mümkün. Kelime oyunlarıyla zenginleştirdiği yazılarını okumak büyük bir keyif. Bu işi en iyi yapanlardan biri sanırım Kalcı. Veya bu türde okuduğum kitap sayısı bir hayli az olduğundan ben böyle düşünüyorum, tam olarak bilmiyorum. Eğer öyleyse bile ben çok beğendiğimi itiraf etmeliyim.
Alıntılar:
"Mutluluk toplasan anca bir kaç sayfa, acıyla ciltli
aşk kitaplarında."
"Aşıklarla aptalları aynı görenler var aramızda. 'Aşk
bir hayal,' deyip, sevenleri hayalci bulanlar... 'Kimsenin gözlerinde o kadar
büyük deniz olamaz, yalan,' diyenler... Zarif bir dokunuşa ayağı hiç takılmamış
olanlar."
"Çünkü mutlu olmayı öğrenememiş ya da mutlu edilmemiş
her çocuk büyüyünce bir kaleme aşık olur mutlaka..."
"İnsan çok sevdiği biriyle yan yana gelemediğinde,
dünyada henüz yan yana gelememiş kelimelerin peşine düşer, onları
birleştirir... Bu, birçok şairin en görkemli özgeçmişidir..."
"Bir tren bir şehre geç gelince, bir dokunuş bir tene
hep geç kalır."
"Özleyerek, kaybettiğini geri getiremez insan; sadece
kendisini acının uzağına götürecek gücü kaybeder."
"Birini sevmek, seçilmiş en büyük yalnızlıkmış
meğer..."
"Sevdiğim bir rüyanın peşinden gidebilmek için
bilinmeye esaretim var evet;
ama korkma,
denizler kurumadan bütün gemileri yakacak cesaretim de var
benim..."
"Tenimde parmak izlerini bulamıyorlar. Özgürsün
artık!"
"Bir hevesle alınıp yarıda bırakılmış kitap gibiyim...
İçime çoktan yazılmış cümlelerin kaderini merak ediyorum..."
"Aşk herkesi farklı yaparken, ayrılık herkesi aynı
kılıyor."
"Hep bir yenilen vardır ama her zaman bir kazanan
yoktur unutma..."
"Şarkılar, filmler, kitaplar, kokular, mekanlar...
Hepsi aşkta adalete yardım ederler. Kendilerini hatırlatıp, unutmaya çalışanı
kendi silahıyla vururlar..."
"O kadar üzülmüşüm ki, bir şiir çıkıp gelmiş
aklıma..."
"Demek ki her hikaye, bitmeden önce kendini gerçekten
tamamlıyor."
"Bir kalp kaç kere kırılıp iyileşir, bir bakış kaç kere
hatırlanıp unutulur, bir yalan kaç kez söylenir ve en çok kaç kez
affolur?"
"Ne yaşadığımı, nasıl yaşadığın ele veriyor
sonunda..."
"Hepsi bu kadar işte...
Hayat da, aşk da, edebiyat da..."
6 Ekim 2013 Pazar
Hell on Wheels - Genel Yorum
Dizi dünyasında HBO kanalının bir ağırlığı olduğunu herkes bilir. Büyük toplar, yani kült olmuş dizilerin büyük çoğunluğu hep bu kanaldan çıkmıştır çünkü. AMC kanalı ise hiç kuşkusuz son birkaç yıldır dizileriyle Emmy'e ambargo koymuş bir kanaldır. (Mad Men ve Breaking Bad)
Bu yüzden ABD'de AMC'nin çıkaracağı diziler büyük bir merakla beklenir ve çıktığında da ilgiyle takip edilir. Mad Men, Breaking Bad, The Walking Dead, Low Winter Sun ve Hell on Wheels en güzel örneklerdir.
ABD'de de hal böyleyken ülkemizde bu durum tam tersidir. AMC kanalı ülkemizde bir tek The Walking Dead ile varlık gösterebilmiştir, ha Breaking Bad'i de unutmamak gerek. Kendisi son Emmy Ödülü'nün sahibi olmakla birlikte benim de şu an için en sevdiğim dizi konumundadır. 3 Emmy Ödüllü Mad Men bile azınlık bir kitle tarafından takip edilmektedir Hell on Wheels içinse durum çok daha vahimdir. Hali hazırda devam eden tek Western dizisi konumunda bulunan Hell on Wheels gerektiği kadar ilgi görmüyor, evet.
Biraz da diziden bahsedeyim. Veya ülkemizde henüz keşfedilmemiş bir başyapıttan mı demeliyim? Varın ona siz karar verin.
Bu yapımı daha ilk bölümünde keşfetmiş biri olarak şahsen kendimi şanslı addediyorum. İki çeşit dizi izleme yöntemi vardır: Birincisi dizinin tüm bölümleri yayınlanmıştır ve o bölümleri peş peşe izleyerek kendine ziyafet verirsin, ikincisi de bir diziyi haftalık takip edersin. İkisinin de kendine has zevkleri vardır. Hell on Wheels'i haftalık takip etmek benim için büyük bir keyif.
Cullen Bohhanon: Başrolde oynayan ve Anson Mount'un canlandırdığı Cullen Bohannon ile başlamak istiyorum. Adam kelimenin tam anlamıyla yürüyen karizma. Rolünü adeta bir kostüm gibi giyinmiş durumda. Onu izlemek büyük bir zevk. Mississippili Güneyli bir askeri oynuyor dizide. Daha doğrusu ilk sezonda öyleydi. Güney Birlikleri adına iç savaşa katılıyor ve savaş bitiminde evine döndüğünde ise karısının kendisini asmış olduğunu, oğlunun da Kuzeyli askerler tarafından katledildiğini öğreniyor. Bohannon intikam yemini ediyor ve ailesinin yok olmasında başrol oynayan kişilerin izini sürmeye başlıyor. Bu yolculuk onu kıtayı bir uçtan diğerine bağlamayı amaçlayan demiryolu inşaatına götürür. Bir seyyar şehir olan Hell on Wheels'e böylelikle giriş yapmış olur Bohannon. Burada yaşayacakları ise onu intikam ateşinden uzaklaştırır ve tek amacının demiryolunu bitirmek olduğuna karar verir. Usta başı olarak başladığı serüvenine 3.sezonda tüm işçilerden sorumlu şirketin baş adamı olarak devam eder. Yani Thomas Durant'i alt ediyor da diyebiliriz.
Thomas Durant: Union Pacific Railroad Şirketi'nin demir yolu yapımında görevlendirdiği, demiryolunu kullanarak şirketin paralarını zimmetine geçirmekten utanmayan 19.yüzyılın ABD'sinde kapitalist bir adam. Arkasındaki güce güvenerek kanun adamı gibi gözüküp zaten çok az miktarda maaş alan işçilerle adeta oyuncak gibi oynaması, her türlü pisliği yapması, Bohannon'un Hell on Wheels'e adım atmasıyla sonlanır. Bohannon'u alt etmek zordur çünkü. Dizi buradan sonra Thomas Durant ve Cullen Bohannon çekişmesine sahne olur. 2.sezonun sonunda hak ettiği gibi hapsi boylayan Durant, 3.sezonda küllerinden yeniden doğar.
Elam Ferguson: Demir yolunda çalışan siyahi bir işçi, eski bir köle. Eğitim alarak yetişen nadir kölelerden biridir. İlk zamanlarda Bohannon'la pek anlaşamasa da zaman geçtikçe en güvenilir kişinin Bohannon olduğuna karar vermiştir. Bir bakıma Bohannon'la kader ortağıdır. Vahşi Batı'da birbirlerinin arkasını kollamak zorundadırlar artık. Ayrıca Bohannon sayesinde konumunda da bir yükselme olmuştur. Dizideki siyahilerin önderidir. Hell on Wheels'deki genelevde çalışan Eva adlı kadına aşıktır aynı zamanda.
Eva: Hell on Wheels'deki genelevde çalışan bir fahişe olan Eva'nın da hayatı Elam'la tanıştıktan sonra değişikliğe uğrar. İlk başlarda asi kimliğiyle tanıdığımız Eva zamanla değişir ve genelevdeki hayatına da son verir. Mr. Toole adlı adamın da kendisini sevmesi sonucunda çıkılmaz bir aşk üçgenine girilir.
Lily Bell: Vahşi Batı'nın masum sarışın hanımı.* Thomas Durant'in arazi koşullarını inceledikten sonra uygun bir yol haritası çıkarması için görevlendirdiği mühendisi Robert Bell ve adamları kızılderililer tarafından katledilir. Robert ölmeden kısa bir süre önce haritaları Lilly'e Bell'e ulaştırarak onun Hell on Wheels'e gitmesini ve haritaları Durant'e vererek olan biteni anlatmasını ister. İşte Lily'nin bu gezgin kasabayla tanışma serüveni de kısaca böyledir. Lily Bell güzelliğiyle Bohannon'u etkilemeyi başarır ve bir aşk üçgeni de Bohannon-Lily-Durant arasında yaşanır. 2.sezon finalinde ölerek de bizleri derinden üzer.
Ruth: Hell on Wheels'de hristiyanlığı yaymaya çalışan masum, şirin bir kız, rahibe. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, işini yapar. Duygusaldır. Lily Bell'in de artık dizide olmayışından dolayı Bohannon'la yakınlaşmasını beklediğim karakter.
Peder Cole: Eskiden bir kızılderili olan bu adam hristiyanlığı kabul ederek üzerine bir takım elbise geçirir ve pederliğe soyunur. Kızılderi atalarıyla zaman zaman karşıya gelen Cole, sürekli ikilem yaşamaktadır. Ruth'a aşıktır.
İsveçli: Çakma İsveçli de diyebiliriz. Aslında Norveçli kendisi. Ama bir İsveçlidir gidiyor, herkes öyle hitap ediyor dizide. Kimseye eyvallahı olmayan, sinsi ve güvenilmez bir karaktere sahip. Bohannon'un en çok çektiği isim konumundadır. Aksanı çok hoş olmakla birlikte oyunculuğu da tartışılmaz.
Mickey McGinnes: İrlandalı. Batıya gelme sebebi servet kazanmak. Ticari zekaya sahip önemli bir karakter. Kimseyle zıt düşmemeye çalışarak işini yapar. Hell on Wheels'deki meyhane ve genelevin de sahibir aynı zamanda.
Sean McGinnes: Mickey'nin kardeşi. Onun da amacı aynı. Fakat abisiyle kıyaslandığında zayıf bir karakter ve korkak. Ticari zekaya sahip değil ve her zaman başı belada. Mickey'nin her zaman kendisini kurtarmasını bekler.
Genel Yorum: Kaliteli ve izlenebilir bir dizi arıyorsanız Hell on Wheels çok uygun bir tercih olacaktır. Tekerlekler üzerindeki cehennemle* tanışın ve güç için savaşan karakterlerin entrikalarına tanıklık edin!
Dizinin 3.sezonu yarın sonlanıyor. 4.sezon onayı gelir mi şimdilik bilinmez ama gelmesini o kadar çok istiyorum ki. Hem daha anlatılacak çok şey var, umarım devam eder. Büyük bir heyecanla 4.sezon onayını bekliyorum.
Son olarak dizinin sountrackleri bugüne dek izlediğim bütün dizileri sollar. Müziklerde açık ara önde Hell on Whells. Sırf o sahneler için bile oturur diziyi baştan izlerim.
Western sevenlere önerimdir. Western sevmeyenler de bir şans verebilirler tabii.
Bu yüzden ABD'de AMC'nin çıkaracağı diziler büyük bir merakla beklenir ve çıktığında da ilgiyle takip edilir. Mad Men, Breaking Bad, The Walking Dead, Low Winter Sun ve Hell on Wheels en güzel örneklerdir.
ABD'de de hal böyleyken ülkemizde bu durum tam tersidir. AMC kanalı ülkemizde bir tek The Walking Dead ile varlık gösterebilmiştir, ha Breaking Bad'i de unutmamak gerek. Kendisi son Emmy Ödülü'nün sahibi olmakla birlikte benim de şu an için en sevdiğim dizi konumundadır. 3 Emmy Ödüllü Mad Men bile azınlık bir kitle tarafından takip edilmektedir Hell on Wheels içinse durum çok daha vahimdir. Hali hazırda devam eden tek Western dizisi konumunda bulunan Hell on Wheels gerektiği kadar ilgi görmüyor, evet.
Biraz da diziden bahsedeyim. Veya ülkemizde henüz keşfedilmemiş bir başyapıttan mı demeliyim? Varın ona siz karar verin.
Bu yapımı daha ilk bölümünde keşfetmiş biri olarak şahsen kendimi şanslı addediyorum. İki çeşit dizi izleme yöntemi vardır: Birincisi dizinin tüm bölümleri yayınlanmıştır ve o bölümleri peş peşe izleyerek kendine ziyafet verirsin, ikincisi de bir diziyi haftalık takip edersin. İkisinin de kendine has zevkleri vardır. Hell on Wheels'i haftalık takip etmek benim için büyük bir keyif.
Cullen Bohhanon: Başrolde oynayan ve Anson Mount'un canlandırdığı Cullen Bohannon ile başlamak istiyorum. Adam kelimenin tam anlamıyla yürüyen karizma. Rolünü adeta bir kostüm gibi giyinmiş durumda. Onu izlemek büyük bir zevk. Mississippili Güneyli bir askeri oynuyor dizide. Daha doğrusu ilk sezonda öyleydi. Güney Birlikleri adına iç savaşa katılıyor ve savaş bitiminde evine döndüğünde ise karısının kendisini asmış olduğunu, oğlunun da Kuzeyli askerler tarafından katledildiğini öğreniyor. Bohannon intikam yemini ediyor ve ailesinin yok olmasında başrol oynayan kişilerin izini sürmeye başlıyor. Bu yolculuk onu kıtayı bir uçtan diğerine bağlamayı amaçlayan demiryolu inşaatına götürür. Bir seyyar şehir olan Hell on Wheels'e böylelikle giriş yapmış olur Bohannon. Burada yaşayacakları ise onu intikam ateşinden uzaklaştırır ve tek amacının demiryolunu bitirmek olduğuna karar verir. Usta başı olarak başladığı serüvenine 3.sezonda tüm işçilerden sorumlu şirketin baş adamı olarak devam eder. Yani Thomas Durant'i alt ediyor da diyebiliriz.
Thomas Durant: Union Pacific Railroad Şirketi'nin demir yolu yapımında görevlendirdiği, demiryolunu kullanarak şirketin paralarını zimmetine geçirmekten utanmayan 19.yüzyılın ABD'sinde kapitalist bir adam. Arkasındaki güce güvenerek kanun adamı gibi gözüküp zaten çok az miktarda maaş alan işçilerle adeta oyuncak gibi oynaması, her türlü pisliği yapması, Bohannon'un Hell on Wheels'e adım atmasıyla sonlanır. Bohannon'u alt etmek zordur çünkü. Dizi buradan sonra Thomas Durant ve Cullen Bohannon çekişmesine sahne olur. 2.sezonun sonunda hak ettiği gibi hapsi boylayan Durant, 3.sezonda küllerinden yeniden doğar.
Elam Ferguson: Demir yolunda çalışan siyahi bir işçi, eski bir köle. Eğitim alarak yetişen nadir kölelerden biridir. İlk zamanlarda Bohannon'la pek anlaşamasa da zaman geçtikçe en güvenilir kişinin Bohannon olduğuna karar vermiştir. Bir bakıma Bohannon'la kader ortağıdır. Vahşi Batı'da birbirlerinin arkasını kollamak zorundadırlar artık. Ayrıca Bohannon sayesinde konumunda da bir yükselme olmuştur. Dizideki siyahilerin önderidir. Hell on Wheels'deki genelevde çalışan Eva adlı kadına aşıktır aynı zamanda.
Eva: Hell on Wheels'deki genelevde çalışan bir fahişe olan Eva'nın da hayatı Elam'la tanıştıktan sonra değişikliğe uğrar. İlk başlarda asi kimliğiyle tanıdığımız Eva zamanla değişir ve genelevdeki hayatına da son verir. Mr. Toole adlı adamın da kendisini sevmesi sonucunda çıkılmaz bir aşk üçgenine girilir.
Lily Bell: Vahşi Batı'nın masum sarışın hanımı.* Thomas Durant'in arazi koşullarını inceledikten sonra uygun bir yol haritası çıkarması için görevlendirdiği mühendisi Robert Bell ve adamları kızılderililer tarafından katledilir. Robert ölmeden kısa bir süre önce haritaları Lilly'e Bell'e ulaştırarak onun Hell on Wheels'e gitmesini ve haritaları Durant'e vererek olan biteni anlatmasını ister. İşte Lily'nin bu gezgin kasabayla tanışma serüveni de kısaca böyledir. Lily Bell güzelliğiyle Bohannon'u etkilemeyi başarır ve bir aşk üçgeni de Bohannon-Lily-Durant arasında yaşanır. 2.sezon finalinde ölerek de bizleri derinden üzer.
Ruth: Hell on Wheels'de hristiyanlığı yaymaya çalışan masum, şirin bir kız, rahibe. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, işini yapar. Duygusaldır. Lily Bell'in de artık dizide olmayışından dolayı Bohannon'la yakınlaşmasını beklediğim karakter.
Peder Cole: Eskiden bir kızılderili olan bu adam hristiyanlığı kabul ederek üzerine bir takım elbise geçirir ve pederliğe soyunur. Kızılderi atalarıyla zaman zaman karşıya gelen Cole, sürekli ikilem yaşamaktadır. Ruth'a aşıktır.
İsveçli: Çakma İsveçli de diyebiliriz. Aslında Norveçli kendisi. Ama bir İsveçlidir gidiyor, herkes öyle hitap ediyor dizide. Kimseye eyvallahı olmayan, sinsi ve güvenilmez bir karaktere sahip. Bohannon'un en çok çektiği isim konumundadır. Aksanı çok hoş olmakla birlikte oyunculuğu da tartışılmaz.
Mickey McGinnes: İrlandalı. Batıya gelme sebebi servet kazanmak. Ticari zekaya sahip önemli bir karakter. Kimseyle zıt düşmemeye çalışarak işini yapar. Hell on Wheels'deki meyhane ve genelevin de sahibir aynı zamanda.
Sean McGinnes: Mickey'nin kardeşi. Onun da amacı aynı. Fakat abisiyle kıyaslandığında zayıf bir karakter ve korkak. Ticari zekaya sahip değil ve her zaman başı belada. Mickey'nin her zaman kendisini kurtarmasını bekler.
Genel Yorum: Kaliteli ve izlenebilir bir dizi arıyorsanız Hell on Wheels çok uygun bir tercih olacaktır. Tekerlekler üzerindeki cehennemle* tanışın ve güç için savaşan karakterlerin entrikalarına tanıklık edin!
Dizinin 3.sezonu yarın sonlanıyor. 4.sezon onayı gelir mi şimdilik bilinmez ama gelmesini o kadar çok istiyorum ki. Hem daha anlatılacak çok şey var, umarım devam eder. Büyük bir heyecanla 4.sezon onayını bekliyorum.
Son olarak dizinin sountrackleri bugüne dek izlediğim bütün dizileri sollar. Müziklerde açık ara önde Hell on Whells. Sırf o sahneler için bile oturur diziyi baştan izlerim.
Western sevenlere önerimdir. Western sevmeyenler de bir şans verebilirler tabii.
Her Mektubu Görülmüştür - Emre Kalcı
Yazarın kesinlikle diğer kitaplarını da okuyacağım demiştim ve öyle de yaptım. Her Mektubu Görülmüştür ile Emre Kalcı okumaya devam ettim.
Okuduğum ilk 2 kitabı (Alçı ve Sessiz Düet, Silahsız Düello) gibi tıpkı. Emre Kalcı'nın kelimelerle aşkı bu kitapta da devam ediyor. Ana konumuz gene aşk. Kitabın son 5 sayfasında ise yazar yazma tutkusunu anlatıyor bize.
Alıntılar:
"Görmek inanmak değildir, inanmak görmektir
derler..."
"Seni unutmak için, senin değil artık kalbinin
ihanetini bekleyen bir yalnızım işte..."
"Hasta ve hassas, ikisi de değiliz... Sadece, zekayla
soykırıma uğrayan hissedenleriz."
"Yeryüzünde bir kalbe yaklaşmanın, gökyüzünde bir
yıldıza ulaşmaktan daha sahici olduğunu düşündüm hep, elimdekine hep bu yüzden
sıkı sıkı tutundum..."
"Ama birine alışmak, zamanla onu sevmekten daha güçlü
bir hisse dönüşüyor."
"Birini bekleyebilmek, verilmiş sözlerin sağlaması olamaz mı?"
"İnsanlar gibi, cümlelerin de bir kaderi
vardır..."
"Bir mektup öldüğünde, içinde yazanlar da ölür
mü?"
"Bir başkasını yarım bırakan bir kalp, hala bir bütün
olmaktan umutlu mu?"
"Şiir en büyük adaletti yeryüzünde, bugün bile hiç
değişmemiş bir gerçektir kalbimde..."
2 Ekim 2013 Çarşamba
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell
"...Gelecekle nasıl iletişim kurulabilirdi ki? Doğası gereği olanaksızdı. Gelecek ya şimdiye benzeyecekti, ki o zaman ondan haberi bile olmayacaktı ya da şimdiden farklı olacaktı, ki o zaman da içinde bulunduğu durumun hiçbir anlamı kalmayacaktı." -George Orwell.
Eminim ki az sonra söyleyeceğim şeylerin hepsi kitabın
yayınlanış tarihinden itibaren binlerce, on binlerce, yüz binlerce kez farklı
kişiler tarafından söylenmiştir. Farklı bir şeyler söyleyeceğimi düşünenler
varsa yanıldıklarını bilsinler ve yazının geri kalanını okuyup okumama
konusunda bir kez daha düşünsünler.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört George Orwell'ın başyapıtı, aynı
zamanda da en iyi distopik romanlardan biri olarak geçmekte. Bir çoğuna göre en
iyisi olsa da benim için her zaman Zamyatin'in Biz'inin gerisinde kalacak.
Biz'i daha önce okumuş olmamın bu kararda başrol oynadığı da aşikar. İlk önce
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü okumuş olsaydım belki daha çok severdim, kim bilir?
Bu yüzden kitapta okuduklarım bir Zamyatin taklidi gibi geldi bana. Hayır,
kimse yanlış anlamasın, Orwell büyük bir ustadır ve onu asla küçümseyemem; ama
unutulmamalıdır ki Zamyatin de Orwell'ın ustasıdır.
Kesinlikle Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü eleştirmeyeceğim,
aksine öveceğim:
SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. CAHİLLİK GÜÇTÜR.
Yukarıdaki üç çelişkili cümle üzerine kurulu tüm kitap.
Biraz daha detaylıca değinmek gerekirse eğer:
Orwell Hayvan Çiftliği'nde yaptığı şeyin bir benzerini ama
daha detaylısını Bin Dokuz Yüz Sekse Dört'te
yapmış. Kurgulamış olduğu karanlık gelecekte bu sefer simgeler
kullanmadan oluşturmuş karakterlerini. Bu sefer hayvanlar değil, insanlar
başrolde.
Geleceğin portresini Winston'ın anlattıkları sayesinde
kafamızda oluşturuyoruz. "Duygularını
gizlemek, aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek, herkes ne yapıyorsa
onu yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi." diyor Orwell. İnsanların
robotikleştiğine vurgu yapıyor. Sistemin insanları nasıl ele geçirdiğini,
köleleştirdiğini anlatıyor. "Kafatasınızın
içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi." diyerek
de olaya kendi bakış açısından son noktayı koyuyor. Ele geçirilmiş zihinler ve
onları kontrol eden canavarlar.
"Bağlılık,
düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık
bilinçsizliktir." Burada da gene sistemin kölesi olan insanların
düşünemediğinden, körü körüne bağlanmanın insanı bilinçsizleştirdiğinden dem
vuruyor. "Bilinçleninceye kadar asla
başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler." Siteme
başkaldırmayan insanlar asla bilinçlenemezler, evet. Çünkü onlar korkaktır.
"Dünya, tüm
yararlı uğraşlarda ya yerinde saymakta ya da geriye gitmektedir." Bu
da Orwell ustamızın ta o zamanlarda gördüğü acı bir gerçek. Evet, teknolojik
anlamda dünya her geçen gün gelişiyor belki ama insanlık bakımından geriye gittiğimiz
aşikar.
"İnsanlar
özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk
mutluluğu seçiyordu." Kitabı özetleyen cümlelerden birisi bu bence.
İnsanlar mutlu olduklarında hayatın güzel olduğunu düşünürler. Oysaki
yaşananlara bencil bir bakış açısıyla bakarlar. Kendi menfaatleri için yaşar
birçok insan. Şahsen başkasının acınacak haldeki durumuna bakıp haline şükreden
insanlar için üzülüyorum. Tiksiniyorum onlardan. Mutluluk başka bir şeydir,
özgürlükse daha başka.
"Onlardan nefret ederek
ölmek, özgürlük buna denirdi işte." Beni en çok etkileyen repliklerden
birisi oldu bu. Özgürlüğün tanımı daha güzel yapılamazdı. Çok iyi.
Son olarak:
KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER!
Alıntılar:
"Ne ki, yaşamak zorunda bırakıldıkları yapayalnızlıkta
bu kadarı bile unutulmaz bir olaydı."
"İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kağıt parçasına
karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl
seslenebilirdi?"
"Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ
ölümdür."
"Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim
altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan geçmişi de denetim altında
tutar."
"Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama
başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler."
"Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna
izin verilirse, arkası gelir."
"Aklı olan hem kuralları çiğner hem de hayatta
kalırdı."
"Savaş savaştır, kan dökülür, üstelik verdikleri
haberlerin hepsinin yalan olduğunu biliyoruz." -Julia.
"Sen yalnızca belden aşağısıyla ilgilenen bir
asisin," demişti Winston
"En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen
kitaplardır." -Winston
"Dünyanın ele geçirilmesi gerektiğine en çok bunun
olanaksız olduğunu bilenler inanırlar."
"Akıllılık çoğunluğa bakılarak ölçülmez."
"Biz iktidarın sahipleriyiz," dedi. "Tanrı,
iktidardır."
"Gerçek güç, uğruna gece gündüz savaşmamız gereken güç,
nesnelere değil, insanlara hükmeden güçtür."
"Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne
basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek."
"Bazı şeyler olmuştu, bazı şeyler olmamıştı."
"İnsan insana nasıl hükmeder, Winston?" Winston, biraz düşünüp, "Acı çektirerek," dedi.
Etiketler:
Bilimkurgu,
Distopya,
George Orwell,
Roman
1 Ekim 2013 Salı
Sessiz Düet, Silahsız Düello - Emre Kalcı
"Emre Kalcı sizi şiirleriyle düete, yazılarıyla düelloya davet ediyor..." yazıyor arka kapakta. 2 kısımdan oluşuyor kitap: şiir ve düz yazı. Emre Kalcı önce şiirleriyle içimizde bir yara açıyor, ardından yazılarıyla da yaramıza tuz basıyor. Şiirlerden en sevdiklerimi şöyle sıralayabilirim: Kaldığı Yerden, Bu Son Şansa Bir Şanson, Özet, Kırıkla Kuşanan Zarif Bir Bahis ve Yalanların Altını Çizdim Hep.
Gerçekten aşk üzerine en sağlam yazıları bu kitapta okudum
ben. Kitabın 5 sayfadan oluşan son yazısı "Sevgililer Dünü" ise beni
en çok etkileyen kısım oldu. Kalemi çok güçlü bir yazarmış hakikaten. Geç
keşfettim Emre Kalcı'yı, bu okuduğum 2.kitabı. Ve kesinlikle diğer kitaplarını
da okuyacağım.
Alıntılar:
"Kim, "Tanrı yok!" diyebilir ki aşk varsa!
Kim, "Aşk yok!" diyebilir ki en az bir kez
doğmuşsa!
Kim, "Ben bir kez doğdum!" diyebilir ki aşık
olmuşsa!"
"Sevmekten başka mucizesi, kendini yaralamaktan başka
kötülüğü olmayan aşıkların ayrılıkları acı değil, özlemdir."
"Bir kelebek sayılı günlerinde uçmayı öğrenemiyorsa pes
etmeli..."
"Onların silahları aşktır ve kendi silahlarıyla birini
öldüreceklerse bu onlara cenneti vaat ettiklerinden olacaktır."
"Artık hayatınızda olmayan eski bir dost, yaşarken
gömdüğünüz bir parça geçmişinizdir."
"Hayalet, hayal ettiğin sürece ete kemiğe bürünmez, sen
onu unutmadıkça hatıralar daha derine gömülmez..."
"Gerçeğe hayalle ihanet eden suçlu bir şairin son
sözüne dokunmaktır aşk... Anladım, senin şiirin eksik..."
"Gerçeğe masalla ihanet eden güçlü bir çocuğun rüyasına
inanmaktır aşk... Anladım, senin düşlerin eksik..."
"Sevmek bazen hep vermektir, karşılık alamamaktır çoğu
zaman, hiç vazgeçememektir asıl..."
"Kelebeklerin ömrü kısa olur diyen kitapların,
sayfalarını yırtmıştım."
"Aşk hep hatırlamaktır, dönüp gelmektir bazı zaman, hiç
gidememektir asıl."
"İstiyorum ki hatırlamak, unutmaktan daha uzun
sürsün."
"Özlemek en büyük adalet, en büyük intikamdır."
"Gidenler için gitmenin en iyisi bile, kalanlar için
kalmanın en kötüsüdür."
"'Seni seviyorum' demek için geç kalmayan, sihri sadece
kendi yüreğine geçen küçük bir büyücüyüm ben!"
"Ben güzel bir hayalim, sen duru bir düş; beni yok say
ve kendi hayatından düş..."
30 Eylül 2013 Pazartesi
Alçı - Emre Kalcı
İlk defa okuduğum Emre Kalcı'ya Alçı kitabıyla başladım.
Kısa bir kitap. Hatta dolu sayfa yok desem yeridir. Her sayfada ya bir cümle ya
da bir paragraf karşılıyor okuru. Yazılanlar ne hakkında diyecek olursanız
eğer; aşk ve yalnızlık. Gayet güzel işlemiş bu iki konuyu kısa yazılarında.
Dilini sevdim ve sıkılmadan okudum. Hemen bir diğer kitabına geçiyorum yazarın:
Sessiz Düet, Silahsız Düello.
Alıntılar:
"Aşk aynı yazıldığı gibi; sesli başlıyor, sessiz
bitiyor."
"Herkes her şeye hazır, herkes ne istediğinin farkında,
herkesin adımları sağlam ve herkes kendi hayatının en büyük doğrusu..."
"Aşk benden çok biliyormuş hayatı."
"Herkesin kendi sözcükleri var anlatmaya yetmeyen ve
herkesin kendi öyküsü var anlatmakla bitmeyen... Ya seninki hangisi? Aynı
başlayan hikayenin sendeki sonu hangisi? Bendeki ...derin, ...yırtılmış su
sesi..."
"Tamam ama biz daha büyük seviyoruz!"
"İçinden sen geçen şiire, bir hece bile değilim bu
gece... Beni anlamıyorsun, canın yanmadan ya da can yakmadan aşkı öğrenemezsin,
sen bunu da anlamıyorsun."
"Tren aynı yere gidiyor sevgilim, ön vagondan arka
vagona geçmek neyi değiştirir ki artık..."
"Hayatta aşık olmaktan daha büyük intihar var mı?"
"Hiçbir işaret kalmadı artık, sadece kırık bir şiiri
aklımda tutmaya çalışıyorum, sorarlarsa anlatayım diye..."
"Biraz daha fazla hayal, biraz daha fazla düşlemek...
Ne dersin?"
"Patlayan balona değil, nefesime kızmayı
öğrendim..."
"Hikayelerle kendi silahımı yarattım; kendi suratımı,
kendi kalbimi dağıttım..."
"Beni kimse oyunlarına almıyor artık çünkü hepsinin
saklandığı yeri ezberledim... Artık iki elim var ve tek büyük oyunum..."
"Ben sadece kişisel aşk tarihlerimizde gün gelip 'onlar
ayrıldılar' yazacak olsa bile, 'onlar birbirlerini çok sevdiler' de yazsın
istedim..."
"Yaptığım en doğru şey, en büyük yanlışımdı benim;
yanlış insanları hep doğru aşkla sevdim..."
"Ve ateşin üzerinden atlarken, ayağım kendi düşüme
takıldı."
"Dudağın kederidir söz ve sözün kaderidir susmak."
"Hikayemi büyük yapan şey benim olmasıymış... Kimse seni umursamıyormuş sevgilim, benden
başka kimse senden yüzyılın en güzel aşığı olmanı beklemiyormuş..."
"Bazen bir aşkta koca bir hayatı öğreniyor insan."
"Ben burada iyiyim ve seni hiç özlemedim. İmza, senin
yalancı sevgilin... Nokta."
"Gözyaşımı silmedim, telefon kartım bitene kadar
sustum..."
"Bende hala işe yarayan tek şey, insanların olur olmaz
her yere çizdikleri ve içine de baş harflerini koymayı ihmal etmedikleri o
malum şekilden ibaret... Hepsi bu, öyküm de bu..."
14 Eylül 2013 Cumartesi
Dexter İlk 2 Sezon
Nihayet Dexter'a başlayabildim, başlamakla da kalmayıp 2
sezon bitirdim hatta. Başlamak için bu kadar geç kalmış olmama hayıflanmamla
birlikte bir yandan da sevindim. Şöyle ki, 2 bölüm sonra Dexter efsanesi sona
eriyor. Dizi şu an 8.sezonunda ve yeni bölüm bekleme derdim olmadan rahatlıkla
tüm bölümleri peş peşe izleyebilirim.
Daha ilk bölümlerde dizinin kalitesi anlaşılıyor zaten, buna
kimsenin itirazı yok. Duygulardan yoksun, tek kişilik dünyasında yaşamak için
öldürmeye ihtiyaç duyan azılı bir katil Dexter. Aynı zamanda çok zeki bir
kişiliğe de sahip. Zaten zekası sayesinde bu yaşına kadar gelebilmeyi başarmış
ve tabii ki bir de üvey babası Harry. Dizi zaman zaman flashbacklerle bizi
Dexter'ın karanlık geçmişine götürüyor. Orada Dexter'ın yaşadıklarına tanıklık
ediyoruz. Dexter'ı oynayan Michael C. Hall'un olağanüstü oyunculuğunu izlerken
diziye epey kaptırıyoruz kendimizi. Bir süre sonra Dexter'ın neden hayatta
kalmak için öldürdüğünü ve onları ne için öldürdüğünü öğreniyoruz. Bu durum
izleyicileri bir hayli rahatlatıyor. Niye mi? Çünkü Dexter asla yanlış kişiyi
öldürmüyor. Hak edenleri öldürüyor. Kanunun elinden bir şekilde kaçmayı
başaranlar kendilerini Dexter'ın ölüm masasında buluyorlar. Eğer olur da bir
gün kendinizi o masada bulursanız, sessiz olun, ölümü kabullenin, Dexter
masumları öldürmez!
1.sezonda Miami cinayet departmanı insanları dondurduktan
sonra öldüren "Ice Truck Killer" lakaplı katili arıyor. Ummadık taş
baş yarar misali katil hiç beklenmedik biri çıkıyor. Bu başta Dexter'ın kardeşi
Debra olmak üzere herkesi şoke ededursun Dexter'ın geçmişi de bir bir gün
yüzüne çıkıyor.
Dexter'ın sevgilisi Rita'dan bahsetmek gerekirse eğer,
gerçekten çok tatlı bir kadın fakat onun da kendine göre sorunları var.
Kocasının hapisten çıkmasıyla birlikte Dexter'la olan ilişkileri sıkıntılı bir
sürece giriyor. Neyse ki sorunlar bir şekilde çözülüyor ve hayat normal akışına
geri dönüyor. Bölümlerde gerilim havası üst düzey. İlk sezonun finali ise
gerçekten çok etkileyici. Baş karakterimiz Dexter'ı derinden sarsıyor yaşadığı
olay. Fakat duyguları olmamasının avantajını yaşıyor.
2.sezonda ise Dexter'ın başı büyük bir dertte. Denizin
dibinde bir sürü poşet bulunur. Poşetlerin içerinde de Dexter'ın öldürdüğü
insanlar vardır. Sıradan bir adli tıp memuru görünümündeki Dexter'ın tüm
karanlık sırları açığa çıkmak üzeredir. Bir an önce bir şeyler yapmalıdır. Çünkü
"Bay Harbor Butcher" olarak adlandırılan katil Dexter'ın ta
kendisidir.
Bu süreçte Dexter'ı birçok zorluk bekliyor. FBI ajanları
katili bir an önce bulmak amacıyla Miami'ye akın ediyorlar. Dexter ise iki
kadın arasında gidip geliyor. Uzun zamandır sevgilisi olan Rita ve hiç
beklenmedik bir şekilde karşısına çıkan Lila. Lila Dexter'ın karanlık tarafını
görüp onu bu şekilde de kabul edeceğini belirtse de Dexter Rita'dan
vazgeçemiyor. Ama bir süre sonra Lila istediğini elde ediyor ve Dexter'ı
kendisine hapsediyor. Tam burada Lila'ya bir parantez açmak gerekiyor. Jaime
Murray'nin canlandırdığı karaktere hayran olmamak elde değil. En azından kendi
hayranlığımı belirtmek istiyorum.
2.sezon finali beni daha çok etkiledi açıkçası. Departmanın
Çavuş'u James Doakes'un Dexter'ı sevmediğini herkes bilir. 2.sezondaki en
önemli rollerden birinde Doakes. Hem Lila'nın hem de Doakes'un yaşadığı sonlar
beni üzdü. Özellikle Lila. Son olarak diğer çalışanlardan da bahsetmek gerek.
Dexter'ın kardeşi Debra, İspanyol Angel Batista ve Japon Vince Masuka. Debra ve
Dexter'ın atışmalarını sevsem de Masuka'nın diziye daha çok renk kattığı da bir
gerçek.
O halde 3.sezondan devam.
4 Eylül 2013 Çarşamba
Gökyüzüne Düşen Kız - A. Orçun Can
Kayıp Rıhtım'da sıkça adını duyduğumuz ve Rüyagezer'in Günlüğü adlı kısa filmle tanıdığımız A. Orçun Can'dan çocuklar için bir kitap: Gökyüzüne Düşen Kız.
Okurken çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Buraya tıklayarak kitap hakkındaki inceleme yazıma ulaşabilirsiniz.
“Bir gün zıplarken, gökyüzüne düşerseniz neler olur, hiç düşündünüz mü?” diye soruyor A. Orçun Can ilk kitabı olma özelliğini taşıyan Gökyüzüne Düşen Kız’da. Evet, bu bir ilk kitap ama elbette son değil. Devam kitaplarının geleceğini müjdeleyen yazar, başta kitabın hitap ettiği yaş kitlesi olmak üzere bizleri de yeni maceralarla sevindirecek.
Dilerseniz geleceği konuşmak için onun gelmesini bekleyelim ve bu arada konudan da sapmayarak kitap hakkında bir şeyler söyleyelim.
Öncelikle kitabın isminden başlamak istiyorum. “Gökyüzüne Düşen Kız”ı ilk duyduğumuzda bu durumun imkansız olduğu beliriverir hemen zihnimizde. Gökyüzüne düşmek deyimi oldukça ilginç, sıra dışı ve büyülü bir şeyler çağrıştırıyor çünkü. Bunun farkına varmak o kadar da zor olmuyor. Farkında olarak kitabı okumak da bir o kadar eğlenceli oluyor. Deyim yerindeyse biz de gökyüzüne düşüyoruz.
Nil’in hayatta sevdiği üç şey vardı: Koşmak, zıplamak ve düşmek… Galiba düşmeyi neden bu kadar sevdiğini kimse anlamayacaktı.
Kitabı okuyan veyahut henüz yeni başlayan hemen herkesin ortak fikri bunun bir “ilk kitap”a nazaran usta bir el tarafından yazılmış izlenimi vermesi olacak.
Can’ın betimlemeleri bizi bulunduğumuz yerden alıp gökyüzüne düşürecek. Bir başka deyişle; hayal gücüyle inşa etmiş olduğu, dünyamıza paralel bir evrenin ta derinlerine götürecek.
Hatta biz de tıpkı baş karakterimiz Nil gibi bir süre orada kalacağız. E bunun sebebi çok açık, kitaba kendimizi kaptırdık ve Nil ile birlikte gökyüzüne düştük. Ah, kahretsin, o kadar çok zıplamamalıydık trambolinde! Neyse, düştük bir kere. En azından yeryüzüne geri dönmenin bir yolunu bulana kadar bulunduğumuz yeri tanıyalım, öyle değil mi?
Kitapta bahsedilen gökyüzü aslında dünyanın yansıması. Yani bir paralel evren. Gökyüzünde yaşayan insanlar yeryüzündekilere oranla biraz farklılar. Her biri beyaz giysiler içerisinde ve saçları dahi beyaz. Bu yüzdendir ki, yanlışlıkla gökyüzüne düşen renkli kıyafetlere sahip Nil’e yabancı gözüyle bakmaktalar. İçlerinden bazıları Nil’i Gökyüzü Krallığı’nın kraliçesine dahi benzetir.
Bu durum, bulunduğu ortama yabancı olan Nil’i bir hayli şaşırtır. Neyse ki çok geçmeden Aksel adında bir arkadaş bulur. Aksel’in, yeryüzüne geri dönebilmesi için kendisine yardımcı olabileceğini umut eder. Ama nafile. O da yeryüzüne geri dönmenin bir yolunu bilmemektedir.
Aksel’le birlikte kısa soluklu birkaç macera yaşayan Nil, sirkte “Tulub” adında bir bulutla tanışır. Tulub, Nil ve Aksel’i, peşlerindeki kraliçe muhafızlarından korur ve kaçmalarına yardım eder. Ayrıca onlara çeşitli bilgiler vererek birkaç konu hakkında aydınlatır.
Bu şekilde gerçeğin farkına varan ikili yeryüzüne nasıl dönüleceğini bulur. Nil’in anneannesi ile birlikte gitmiş oldukları panayırdaki siyahlı adam dönüş biletidir. Çünkü bu siyah giysili adamdan aldıkları trambolin Nil’i gökyüzüne düşürmüştür. Artık yol haritası bellidir.
Nasıl ki her şeyin bir zıddı var, Siyah Adam’ın da bir zıddı olmalı; bir Beyaz Adam. Aksel ve Nil Beyaz Adam’ın peşine düşerler. Yaklaşmakta olan tehlikeye rağmen onu bulabilecekler mi dersiniz?
“Evrende her şeyin bir karşıtı vardır. Yani güzel varsa çirkin de var. Aşk varsa nefret de var. Büyük varsa küçük de var. İyi varsa kötü de var. Uzun ve kısa, cömert ve cimri, yaşam ve ölüm… Yeryüzü… Gökyüzü… Her şey.”
Gökyüzüne Düşen Kız’ı okurken ardı ardına maceralar yaşayacak, gökyüzüne düştüğünüzü hissedecek, Nil ve Aksel ile birlikte Gökyüzü Krallığı’nın kraliçesine hizmet eden muhafızlardan kaçacak, Ay’ı ziyaret edecek, yağmur, dolu ve kar gibi doğa olaylarının gökyüzündeki esrarengizliğine, onların yağışına tanıklık edecek, şemsiye kullanmanın yedi farklı yolunu öğrenecek, Beyaz Adam’ı bulmaya çalışacak ve yaşadığınız onca şeyin ardından bir an önce yeryüzüne, evinize dönmek isteyeceksiniz. Buna hiç şüpheniz olmasın.
Kitapta yer alan çizimlerin de bir hayli başarılı olduğunu söylemek mümkün. Hayalimdeki sahnelerin bire bir resimlendiğini görmek güzeldi. Kitabı okuyacak çocuklar içinse daha bir önem teşkil ediyor çizimler.
Ayrıca Aksel karakteriyle Küçük Prens’e bir gönderme yapıldığını düşünüyorum. Bir de kişisel fikrim olarak şunu belirtmeliyim: Bu kitaptan enfes bir animasyon çıkarılabilir. Hem çocuklar hem de yetişkinler için doyumsuz bir lezzet olur.
Evet, bu bir ilk kitap demiştik. Uzun bir yolculuğun oldukça başarılı bir ilk adımı. A. Orçun Can’ın kaleminden. Alın, okuyun, çocuklarınıza, kardeşlerinize de okutun, ki yeni yazarımızın kaleminden daha çok kitap okuyalım.
İyi okumalar!
Okurken çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Buraya tıklayarak kitap hakkındaki inceleme yazıma ulaşabilirsiniz.
"Ya her şey tersine dönerse!"
Dilerseniz geleceği konuşmak için onun gelmesini bekleyelim ve bu arada konudan da sapmayarak kitap hakkında bir şeyler söyleyelim.
Öncelikle kitabın isminden başlamak istiyorum. “Gökyüzüne Düşen Kız”ı ilk duyduğumuzda bu durumun imkansız olduğu beliriverir hemen zihnimizde. Gökyüzüne düşmek deyimi oldukça ilginç, sıra dışı ve büyülü bir şeyler çağrıştırıyor çünkü. Bunun farkına varmak o kadar da zor olmuyor. Farkında olarak kitabı okumak da bir o kadar eğlenceli oluyor. Deyim yerindeyse biz de gökyüzüne düşüyoruz.
Nil’in hayatta sevdiği üç şey vardı: Koşmak, zıplamak ve düşmek… Galiba düşmeyi neden bu kadar sevdiğini kimse anlamayacaktı.
Kitabı okuyan veyahut henüz yeni başlayan hemen herkesin ortak fikri bunun bir “ilk kitap”a nazaran usta bir el tarafından yazılmış izlenimi vermesi olacak.
Can’ın betimlemeleri bizi bulunduğumuz yerden alıp gökyüzüne düşürecek. Bir başka deyişle; hayal gücüyle inşa etmiş olduğu, dünyamıza paralel bir evrenin ta derinlerine götürecek.
Hatta biz de tıpkı baş karakterimiz Nil gibi bir süre orada kalacağız. E bunun sebebi çok açık, kitaba kendimizi kaptırdık ve Nil ile birlikte gökyüzüne düştük. Ah, kahretsin, o kadar çok zıplamamalıydık trambolinde! Neyse, düştük bir kere. En azından yeryüzüne geri dönmenin bir yolunu bulana kadar bulunduğumuz yeri tanıyalım, öyle değil mi?
Kitapta bahsedilen gökyüzü aslında dünyanın yansıması. Yani bir paralel evren. Gökyüzünde yaşayan insanlar yeryüzündekilere oranla biraz farklılar. Her biri beyaz giysiler içerisinde ve saçları dahi beyaz. Bu yüzdendir ki, yanlışlıkla gökyüzüne düşen renkli kıyafetlere sahip Nil’e yabancı gözüyle bakmaktalar. İçlerinden bazıları Nil’i Gökyüzü Krallığı’nın kraliçesine dahi benzetir.
Bu durum, bulunduğu ortama yabancı olan Nil’i bir hayli şaşırtır. Neyse ki çok geçmeden Aksel adında bir arkadaş bulur. Aksel’in, yeryüzüne geri dönebilmesi için kendisine yardımcı olabileceğini umut eder. Ama nafile. O da yeryüzüne geri dönmenin bir yolunu bilmemektedir.
Aksel’le birlikte kısa soluklu birkaç macera yaşayan Nil, sirkte “Tulub” adında bir bulutla tanışır. Tulub, Nil ve Aksel’i, peşlerindeki kraliçe muhafızlarından korur ve kaçmalarına yardım eder. Ayrıca onlara çeşitli bilgiler vererek birkaç konu hakkında aydınlatır.
Bu şekilde gerçeğin farkına varan ikili yeryüzüne nasıl dönüleceğini bulur. Nil’in anneannesi ile birlikte gitmiş oldukları panayırdaki siyahlı adam dönüş biletidir. Çünkü bu siyah giysili adamdan aldıkları trambolin Nil’i gökyüzüne düşürmüştür. Artık yol haritası bellidir.
Nasıl ki her şeyin bir zıddı var, Siyah Adam’ın da bir zıddı olmalı; bir Beyaz Adam. Aksel ve Nil Beyaz Adam’ın peşine düşerler. Yaklaşmakta olan tehlikeye rağmen onu bulabilecekler mi dersiniz?
“Evrende her şeyin bir karşıtı vardır. Yani güzel varsa çirkin de var. Aşk varsa nefret de var. Büyük varsa küçük de var. İyi varsa kötü de var. Uzun ve kısa, cömert ve cimri, yaşam ve ölüm… Yeryüzü… Gökyüzü… Her şey.”
Gökyüzüne Düşen Kız’ı okurken ardı ardına maceralar yaşayacak, gökyüzüne düştüğünüzü hissedecek, Nil ve Aksel ile birlikte Gökyüzü Krallığı’nın kraliçesine hizmet eden muhafızlardan kaçacak, Ay’ı ziyaret edecek, yağmur, dolu ve kar gibi doğa olaylarının gökyüzündeki esrarengizliğine, onların yağışına tanıklık edecek, şemsiye kullanmanın yedi farklı yolunu öğrenecek, Beyaz Adam’ı bulmaya çalışacak ve yaşadığınız onca şeyin ardından bir an önce yeryüzüne, evinize dönmek isteyeceksiniz. Buna hiç şüpheniz olmasın.
Kitapta yer alan çizimlerin de bir hayli başarılı olduğunu söylemek mümkün. Hayalimdeki sahnelerin bire bir resimlendiğini görmek güzeldi. Kitabı okuyacak çocuklar içinse daha bir önem teşkil ediyor çizimler.
Ayrıca Aksel karakteriyle Küçük Prens’e bir gönderme yapıldığını düşünüyorum. Bir de kişisel fikrim olarak şunu belirtmeliyim: Bu kitaptan enfes bir animasyon çıkarılabilir. Hem çocuklar hem de yetişkinler için doyumsuz bir lezzet olur.
Evet, bu bir ilk kitap demiştik. Uzun bir yolculuğun oldukça başarılı bir ilk adımı. A. Orçun Can’ın kaleminden. Alın, okuyun, çocuklarınıza, kardeşlerinize de okutun, ki yeni yazarımızın kaleminden daha çok kitap okuyalım.
İyi okumalar!
Başka Öyküler - Bahadır İçel
Okuması zevkli bir öykü kitabıydı. Öyküler mi? Gayet başarılı. İncelemeye Rıhtım üzerinden ulaşmak isteyenler buraya tıklayabilirler.
“…2007 yılına geldiğimde ikinci kitabımı yayınlamamın verdiği cesaretle neden olmasın dedim kendi kendime ve ekranımın başına geçip ilk kısa öykümü yazdım. Yarım günümü almıştı ve sonraki günlerde üzerinden birkaç kez geçip düzeltmeler, eklemeler ve çıkarmalar yaptım. Bir kenara koydum ve birkaç haftalığına unutuverdim. Tekrar elime alıp baktığımda büyülenmiştim. Bu küçük sihirli şeyin elimden çıktığına ben de inanamıyordum. Bu benim ilk ‘resmi hikâyem’ dediğim hikâye, bu kitapta yer alıyor ancak hangisi olduğunu size söyleyecek değilim. Birazcık gizemi hoş görmenizi rica edeceğim ve tercihi sizin hayal gücünüze bırakacağım. Hikâyeler de buradan güç almıyor mu zaten? İskeleti bana ait ancak ayrıntıları tamamlayacak olan siz okuyucularsınız…”
-Bahadır İçel.
“Karanlığın Ötesinde”, “Lost: Nasıl?” adlı kitapların yazarı Bahadır İçel’in ilk öykü denemelerinin yer aldığı ilk öykü kitabı olma özelliğini taşıyor “Başka Öyküler”.
Televizyonundan başka dünyaları izleyebilen bir bekçi, efsanevi kuşun peşindeki yaşlı bir avcı, korkunç bir öykü tellalı, dağlarda teröristlerle çatışan yaralı bir asker, ilham perisiyle birlikte olan bir yazar ve ölmemek için inat eden bir Kızılderili…
Toplamda on öykü mevcut. Kitabın en sonunda yer alan “Öykülere Dair” adlı bölümde, öykülerin ortaya çıkış aşamalarına değinmiş İçel. Bu okurlar için güzel bir artı elbette. Bahadır İçel’in “ilk resmi öyküm” dediği öyküyü de okuyabilme şansına erişiyoruz. Peki hangi öykü bu? Bilmiyoruz. Yazar o öyküyü okurların bulmasından yana. Evet, öyküleri okurken Sherlock Holmes rolüne soyunabilirsiniz.
Yüzeysel bir şekilde öykülere değinmek gerekirse;
1.Sahibinden Kiralık Öyküler:
Kitabın ilk öyküsünde “özgün yazarlık” konusuna fantastik bir bakış açısı getirerek kalemini konuşturmuş İçel. Nereden geldiğini tam olarak kestiremediğimiz bir yaratığın, önce dünya üzerinde bu güne dek yazılmış olan tüm öykülerden haberdar olduğunu öğreniyoruz, daha sonra da yazar olmak isteyen kişilere özgün bir öykü hediye ettiğini. Öyle karşılıksız yapmıyor bu işi tabii ki. Bir özgün öykü karşılığında bir özgün öykü istiyor. İşte tüm derdi bu. Elbette bir müddet zaman tanıyor. O gün gelip çattığında da öyküyü almak için geri dönüyor. İlginç bir sonla noktalanıyor öykü ve son paragrafı da oldukça güzel.
“Yazmaya devam et ve yeteneğini kaybetme. Çok iyi yerlere geleceksin. Sen yazmaya devam ettiğin sürece seni tekrar ziyaret için bir sebebim olacağını sanmıyorum, seni okumak epey keyifli olacak. Unutma, canavarlar her zaman güzel hikayeleri severler.”
2.Günkuşu Ziyafeti:
Öyküyü okumaya başladığımızda aklımıza hemen bir önceki öykünün sonu geliyor. Bir konuda ufak bir düğümle bağlanıyor bu iki öykü birbirine. Fakat o ufak düğümü burada söyleyecek değilim. Henüz okumayanlar için sürpriz bozucu unsuz içerdiğinden, engel teşkil edebilir. Adından da anlaşılacağı üzere bir Günkuşu mevcut hikayede. Bu kuşun nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz ama. Gayet normal başlayan ve gayet sıradan bir şekilde devam eden hikaye, finalde fantastik bir sonuca bağlanıyor. Bu da okuru şaşırtmaya yetiyor.
3.Başka Gezegenden Görüntüler:
Orta yaşlarda bir adamın hayatının sıkıcılığına konuk oluyoruz bu öyküde. Evli ve kızı olan bir baba aynı zamanda. Bir tesisin gece bekçiliğini yapmakta. O sessiz gecelerde tek bir arkadaşa sahip; 37 ekran bir kutu. Gecenin sessizliğini içine çeken ve yalnızlığını gideren tek unsurdur bu televizyon. Bir gün kanal arama işlemi sırasında değişik görüntülerle karşılaşıyor, Dunevari. (Bir şeyler çağrıştırdı mı?) O görüntülerin bu dünyadan olmadığına o kadar emin ki, merak ettiği halde zaman zaman bakamadığı ve kanalı değiştirdiği oluyor. Betimlemelerden anlaşılacağı üzere bu gezegenin Mars olabilme ihtimali bir hayli yüksek. Bu öyküden her sonu beklerdim ama yazarın dönüp dolaşıp konuyu televizyonun toplum üzerindeki etkisine getireceğini hiç düşünmezdim. Oldukça hoş bir sondu. Ha bir de öykünün bazı kısımlarında, bazı kesimlere eleştiri de hakim.
4.Nüfus: Ruhuna El Fatiha (Population: R.I.P.):
Öykünün ilk paragrafını okuduğunuzda acıkmanız muhtemel. Ağzınızın sulanmaması için herhangi bir sebep yok. Ama konumuz yemekler değil neyse ki. Kitaptaki en kısa öykünün içeriğine değinelim şimdi. Aslında her şey yemek yemeyi dünya üzerindeki her şeyden çok seven bir adamın vasiyetinde, “beni öldükten sonra mutfağa gömün” demesiyle başlıyor. Daha sonra kimsenin tahmin dahi edemeyeceği bir hızla yayılmaya başlayan bu enteresan gömülme işlemi, toplumu etkisi altına alıyor. En ufak bir kıvılcımın ne denli hızlı yayılabileceğine dikkat çekmiş burada yazar. Gülümseyerek okudum.
5.Biricik İlham Perim ve Onun Tatlı Bekareti:
Yazarsınız ve geçiminizi yazarak kazanıyorsunuz. Yazmazsanız maddi sıkıntı çekeceğinizi biliyorsunuz. Fakat dönemsel bir tıkanıklığa girdiğinizin de farkındasınız. Her ne kadar bunun geçici bir durum olduğunu düşünseniz de, boş bir sayfaya bakarken buluyorsunuz kendinizi tüm yazma çabalarınızın ardından. Sonra ne mi oluyor? Kapınız çalıyor. Kim mi gelmiş? İlham periniz. Niye mi gelmiş? Adı üstünde ilham perisi işte. Daha sonra kendinizi ilham perinizle sevişirken buluyorsunuz. Onun büyülü güzelliğinin vermiş olduğu güçle tekrar eskisi gibi yazabiliyorsunuz. İşte böyle bir öykü Biricik İlham Perim ve Onun Tatlı Bekareti. Fazlası da var.
6.Kuştepe Lisesi Öyküleri:
Gizemli birinin daveti üzerine giriyoruz Kuştepe Lisesi’ne. Sonra o gizemli şahsın kendi ağzından, eskiden burada yaşanmış olan birkaç olayı öğreniyoruz. Okulun koridorlarında gezerken dikkatli olmamız gerektiği konusunda da bir uyarı alıyoruz. Sonra da üzücü bir gerçekle yüzleştiriyor bizi gizemli karakterimiz. Ve ürkmüş bir halde ayrılıyoruz Kuştepe Lisesi’nden. Üzülerek bir de.
7.O Dağlarda Bir Yerlerde Şeytanlar Dolaşıyor Olmalı:
Doğunun o bilindik kara kışlarından birinde, bir askerin gözünden dünyaya bakma fırsatı buluyoruz bu öyküde. Askerlik bir meslek değildir, görevdir bilincindeyiz elbette. O askerin duygularını biz de tadıyoruz öykü boyunca. Okurken üşüyoruz hatta. Görev her ne kadar vatanı korumak olsa da, bir hiç uğruna öldüklerini anlıyoruz aslında. Ülke bütünlüğünü bozmak isteyenlerin oyununa geliyoruz her defasında. Ha evet, ne demiştik? O dağlarda bir yerlerde şeytanlar olduğunu bilerek bir askerin zor anlarına tanıklık ediyoruz. “Yalnızca bazen ortak paydamızın insanlık olduğunu hatırlamamız gerektiğini düşünerek yazdım,” diyor bu öykü için İçel, kitapta yer alan öykülerin çıkış noktalarını okuduğumuz “Öykülere Dair” adlı son bölümde.
8.İnsanoğullarının Son Düşü:
Sanırım kitapta en beğendiğim öyküydü. Evet evet, kesinlikle öyleydi. Hep vahşi bir ırk olarak bilinir genellikle kızılderililer. (Aslında kızılderili demek de bir nevi ırkçılık anlamına geliyormuş, yakın zamanda okuduğum bir kaynakta öyle yazıyordu. Ama tam emin değilim yine de, emin olana dek kullanayım bari.) Oysa ki öyle bir halk olmadıklarını bilmemiz gerek. Asıl vahşi olan bizleriz aslında. Zamanında Amerika kıtasına göç eden insanlardır aslı vahşi olanlar. İnsanları anavatanlarından attığımız yetmiyormuş gibi, bir de onları aşağılamaya kalkıyoruz. Bunlara hiç gerek yok. Akıl sahibi, bilinçli insanlar olarak hata yaptığımızın farkına varmak ve en kısa zamandan o yanlış yoldan dönmemiz gerek. Öyküye dönecek olursak eğer, Amerika’nın yerlileri üzerine yazılmış bir efsane aslında. Bir başka deyişle; katlettiğimiz insanlara ait bir efsane.
9.Melekler De Ölür:
Var olduklarını bildiğimiz fakat betimleyemediğimiz canlılar üzerine kurulu bir öykü bu. Melekler. Evet, birçoğumuz meleklerin varlığına inanırız ama iş tarif etmeye geldi mi tıkanıp kalır, işin içinden çıkamayız. Yazar da böyle düşünmüş olacak ki, bu konu hakkında da hayal gücü çarkını çevirmiş. Meleklerin tam olarak neler yaptıklarını, kişiliklerini, düşünce tarzlarını okura nakşetmiş. Öykünün sonuna da ilginç bir sır saklamış. Kendine has düşüncesiyle melekleri betimlemiş.
10.Kedi:
Kitaptaki öyküler arasında bilimkurgu öğeleri barındıran tek öyküydü Kedi. Ve en sevdiğim 2. öykü oldu. Bir Asimov öyküsü okuyorum zannettim ilk başta. İlginç bir konu ve başarılı bir son. Aynı zamanda kitabın da onuncu ve son öyküsü.
Başta da bahsettiğim üzere, öykülerin nasıl öyküleştiğine dair yazar tarafından kaleme alınan kısa birkaç sayfalık bölümü de okuduktan sonra kitabımız sonlanıyor ve damağımızda başka öyküler okumanın tadı kalıyor.
Bahadır İçel’den henüz okumamış olanlara bir de uyarı var:
“Başka Öyküler”i okumadan önce iki kez düşünün çünkü ömür boyu yüreğinize kök salıp sizi bir daha geri dönemeyeceğiniz karanlık ve sürprizlerle dolu bir diyarın derinliklerine çekebilirler.
Kitap, Altın Bilek Yayınları etiketiyle raflarda.
Öykü severlere önerilir.
Odd ve Ayaz Devleri - Neil Gaiman
Gaiman bu kitabı İngiltere'de düzenlenen Dünya Kitap Günü için yazmış. E okumamak olmazdı tabii. Sitedeki incelemeyi gene aynen buraya aktarıyorum. Rıhtım üzerinden okumak isteyenleri şöyle alayım.
"Bilge kişiler ne zaman susacaklarını bilirler. Sadece ahmaklar bildikleri her şeyi başkalarına anlatırlar."
-Neil Gaiman.
Ve yine bir Gaiman kitabıyla karşınızdayım.
Bu seferki diğerlerinden biraz farklı. Şöyle ki; hitap ettiği yaş kitlesi çocukları işaret ediyor. Ama bu durum, biz Gaiman okurlarının bu kitabı okumayacağı anlamına gelmiyor. Zira biz sürekli, "Gaiman bir şeyler yazsa da okusak" havalarındayız. Hal böyle olunca, kitabın hitap ettiği yaş kitlesine bakmaksızın alıveriyoruz Odd ve Ayaz Devleri'ni kitapçımızdan. Ve sonra okuyoruz tabii, yüzümüzde bir gülümseme eşliğinde hem de.
Neil Gaiman'ın İngiltere'de düzenlenen Dünya Kitap Günü için yazdığı, her yaştan okuyucunun sıkılmadan bir çırpıda okuyacağını düşündüğüm İskandinav mitolojisiyle bezeli masalsı bir roman Odd ve Ayaz Devleri. Gaiman yine zekice kurgulamış ve ortaya eğlenceli ve sevimli bir şeyler çıkarmış elbette. Oldukça büyülü bir yolculuğa çıkıyoruz. Peri masalı kıvamında.
Tam bu esnada aklımıza Tolkien'in Roverandom ve Tehlikeli Diyardan Öyküler'i gelebilir. En az onlar kadar başarılı Odd ve Ayaz Devleri de. Gaiman yazacak da kötü olacak? Hiç sanmıyorum.
Hikayemizin baş kahramanı bir çocuk. Tıpkı kitabın hitap ettiği kategorinin çocuk olduğu gibi. Klasik bir çocuk kitabı demek mümkün olabilirdi pek tabii, yazar Neil Gaiman olmasaydı.
Odd iyi niyetli ve zeki bir çocuk aslında. Fakat aynı zamanda şanssızdır da. Babasını bir deniz yolculuğu sırasında gerçekleşen kazada kaybetmiştir. Babası öldükten sonra annesi başka bir adamla evlenmiştir. Ve evlendiği adamın da yedi çocuğunun olması, Odd'u iyice geri plana itmiştir. O çocuklarla anlaşamadığından mı, yoksa yapacak daha iyi bir iş bulamadığından mı bilinmez, sürekli ormanda gezintiye çıkıyor Odd. Ayrıca yaşadığı kasaba uzun zamandır kış mevsiminin etkisi altındadır. Halk çaresiz bir durumdadır lakin bir an önce baharın gelmesini ummaktan başka yapabilecekleri herhangi bir şey bulunmamaktadır.
Yine bir gün, babasının ağaç keserken kullandığı baltayı da yanına alarak ormana doğru yola çıkar. Ve yine talihsiz bir olay kapısını çalar Odd’un. Hatta çalmaktan ziyade palas pandıras girer demek daha doğru olur, zira Odd ayağını sakatlar. O günden sonra da hep sekerek gezecektir ne yazık ki. Odd’un şanssız bir çocuk olduğunu söylemiştim.
Bir balta ustası olan babası ölmeden önce, toplamış olduğu odunlarla korulukta ahşap bir kulübe inşa etmiştir. Ormana geldiği her vakit soluğu bu kulübede alır Odd. Kendini bu kulübede hiç olmadığı kadar özgür, mutlu ve huzurlu hisseder. Çünkü hala babasının kokusunu alabiliyordur.
Buraya kadar anlatılanlara bakıp Odd’u karamsar bir çocuk olarak hayal etmeyin. Tam tersi bir durum söz konusu aslında. Odd hiçbir zaman gülümsemeyi ihmal etmez. Hatta kendine özgü, karşısındaki kişiyi sinir edecek denli bir gülümsemeye sahiptir.
Ve maceramız başlıyor. Kemerlerinizi sıkı bağlamanıza gerek yok. Çünkü Harry Potter gibi uzun soluklu bir serüvene atılmıyoruz. Gayet mütevazı ve oldukça kısa bir serüven bizimkisi.
Sıradan bir günde kulübede gözlerini açan Odd’un tüm geceyi burada geçirdiğini anlaması uzun sürmüyor. Üşümüş olduğunu ve annesinin de kendisini merak edeceğini hissederek eve gitmek üzere kulübeden ayrılıyor. Dışarı çıktığı sırada bir tilki beliriveriyor karşısında. Neden sonra tilkinin kendisine zarar vermeyeceğini anlayarak onu takip etmeye başlıyor. Yolda bir de kartal katılıyor bu mini kafileye. Ardından bir ayı çıkıyor karşısına. Ağaca sıkışmış, yardıma ihtiyacı olan bir ayı. Ayıyı sıkıştığı yerden kurtaran Odd geldiği yoldan geri dönüyor ve evine doğru ilerlemeye başlıyor.
Ama bu davetsiz misafirlerin Odd’un peşini bırakmak gibi bir niyetleri bulunmamaktadır. Odd’a anlatacakları bir hikâyeleri vardır. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu üç hayvanın Odin, Thor ve Loki olduğunu öğreniyoruz. Evet evet, İskandinav mitolojisindeki Tanrılar bunlar.
Odd, bu hayvanlarla karşılaştıktan sonra kendini hayal edebileceğinden çok daha tuhaf -ve aynı zamanda beklenmedik- bir maceranın içinde bulur.
Tilkinin anlattığı hikâyeden yola çıkarak Ayaz Devleri’nin Loki’nin zaafı yüzünden Thor’un çekicini ve Tanrılar şehri Asgard’ı ele geçirmesini ve ardından bu üç Tanrıyı da hayvana çevirmesini öğrenmiş oluyoruz. Artık yapılacak tek bir şey vardır, o da; Tanrıların şehri Asgard’ı gerçek sahiplerine teslim etmek. Yani ayı, tilki ve kartala. Bir başka deyişle; Odin, Thor ve Loki’ye. İlginç kafilemizin rotası hazırdır ve yolculuk başlar.
Asgard’a girmenin tek bir yolu vardır. Durum biraz umutsuz gözükse de, tam bu esnada Gaiman’ın hayal gücü giriyor devreye. Sonra Gaiman’ı bir kez daha seviyorsunuz ve bu sıradışı ekiple devam ediyorsunuz yolculuğa.
Ayı, tilki ve kartal çeşitli kavramların metaforları olarak karşımıza çıkıyor aynı zamanda. Kartal bilgeliği, tilki kurnazlığı ve ayı da gücü temsil ediyor. Okurken bunu anlamak çok da zor olmuyor.
Ustaca bir kurgu oyunuyla birlikte güzel bir sonuca bağlanıyor “Odd ve Ayaz Devleri”.
Ayrıca Brett Helquist’in birbirinden güzel ve sevimli illüstrasyonları da hikâyeye ayrı bir hava katıyor.
Kitabı okurken yazarın bir başka kitabı “Coraline” da zihnimizde bize zaman zaman göz kırpıyor. Anlatım olarak benzer bir üslup hâkim çünkü. Fakat “Coraline”ın yeri ayrıdır.
Kitap birkaç ay önce İthaki Yayınları tarafından, Emine Ayhan çevirisiyle satışa sunuldu. Yayına hazırlığını ise Şeyda İşler ve Nurcan Başer yapıyor.
Son olarak şunu da söylemekte yarar var. Bu kanlı bir Viking destanının aksine eğlenceli bir masal.
Tadını çıkarın.
17 Temmuz 2013 Çarşamba
Yokyer - Neil Gaiman
Gaiman imzalı çok sevdiğim bir kitapta sıra: Yokyer.
Neil Gaiman ne yazsa okurum diyenlerdenim. Ve Yokyer de gene çok sevdiğim bir eseridir. Bu kitap hakkında da bir inceleme kaleme almıştım. Onu aynen buraya geçirdim, bir değişiklik yok yani. Ama yok, ben Kayıp Rıhtım üzerinden okuyacağım diyenler varsa eğer buraya tıklayabilirler.
İyi okumalar.
"Anlar yaşanmak içindi; beklemek hem gelecek olan
zamana hem de şu anda ihmal edilen anlara karşı bir günahtı."
-Neil
Gaiman.
Sürekli işleyen bir beyin ve o beyne hizmet eden bir hayal
gücü düşünün. Ama sıradan bir insanın hayal gücünden çok daha verimli bir hayal
gücü bu. Peş peşe sürekli telaffuz ettiğimizde anlamını yitiren kelimeler
vardır, "hayal gücü"nü istediğimiz kadar tekrarlayalım, anlamını
yitirmez veya anlamsız bir hal almaz. Hayal ve güç. İşte bu iki kelimenin
birleşiminden ortaya çıkar hayal gücü. Bu iki kelime yan yana geldiğinde çok
daha güçlü bir imaj yayabilmeleri kaçınılmaz olur. Akıl sahibi her canlıda
mevcuttur bu unsur ama kullanmayı bilenler her zaman bir adım öndedirler.
Neil Gaiman. Diğer insanlardan bir adım önde olmasını
sağlayan esrarengiz bir hayal gücüne sahip. Bunu kendisi de biliyor. Bunun
içindir ki yazıyor. Yazmak ona huzur veriyor. Onu okumak da biz Gaiman severleri
mutlu ediyor. Bu şekilde işleyen bir mekanizma pas tutmaz zira. Gaiman'ın hayal
gücüne olan güvenimizin hiçbir zaman boşa çıkmayacağını biliyoruz. Onun asla
kötü bir işe imza atmayacağını da biliyoruz. Onu okuyoruz ve seviyoruz.
Gaiman hep yazsın, biz hep okuyalım.
Sağ olsun o da bizi kırmıyor. Bizi hayal kırıklığına
uğratmıyor. Sadık bir okuyucu kitlesine ulaşmış bir yazar olmak zordur, bu
istikrarı korumak ise daha da zor. Ama Gaiman el attığı her işin altından
zorlanmadan, ustalıkla kalkmasını biliyor. Sıradan insanlardan zaten her zaman
bir adım önde olan Gaiman, bu şekilde birçok meslektaşından da bir adım önde
kalmayı başarıyor.
İşte bu nedendir ki, hakkında yazılan tüm olumlu sözleri hak
ediyor. Olumsuzları hak etmiyor, evet.
Kimi yazarlar bir adım ileri, iki adım geri politikasını
izlerken, Gaiman hep ileri gidiyor. Asla geri adım atmıyor. Bayrağı hep daha
ileriye koyuyor ve tek seferde, ıskalamadan onu yakalamayı başarıyor. Çünkü
Gaiman işini seviyor. Sıkılmadan, dur durak bilmeden, sürekli işleyen beynini
nadasa bırakmadan, hayal gücü çarkını döndürerek yazıyor, yazıyor, yazıyor...
Ve yine sıkılmadan, dur durak bilmeden, sürekli işleyen
beynini nadasa bırakmadan, hayal gücü çarkını döndürerek ortaya çıkarmış olduğu
bir eser; Yokyer.
Bir Gaiman başyapıtı.
Aydınlığın karanlığı, karanlığın aydınlığı kovalayıp durduğu,
sıradan gün çarkının aynı şekilde durmaksızın döndüğü bu sıradan hayatınızın
bir gün tepe taklak olduğunu düşünün. Bakkala ekmek almaya giderken son anda
karar değiştirip markete gitmek ve dönüş yolunda yıllardır görmediğiniz bir
arkadaşınıza rastlamak, eğer bakkala gitseydiniz onu göremezdim düşüncesine
kapılmak gibi gayet sıradan şeyleri abartarak birilerine anlatmak ve monoton
olan hayatınızın, bir anda, sırf o arkadaşınızı gördüğünüz için daha tatlı bir
hale gelmesi gibi bir olaydan bahsetmiyorum. Çok daha sıra dışı, sıra dışı
olmasına rağmen çok daha gerçek bir olaylar zincirinden bahsediyorum burada. Ve
çok daha ciddi.
Richard Mayhew'un başına gelenlerdi tam olarak anlatmak
istediğim. Daha doğrusu Richard Mayhew'un başına gelen olayların yaratıcısı
Neil Gaiman'ın Yokyer'i.
"Bir şey sadece komik olduğu için, aynı zamanda
tehlikesiz değildir." -Bay Croup.
Ve bir şehir düşünün. Bilindik bir şehir ama. Londra. Sonra
bir şehir daha düşünün. Bilinmedik bir şehir ama. Londra'nın bir yansıması. Hem
de yerin dibinde. Yukarı Londra ve Aşağı Londra. Yukarıtaraf'ın Aşağıtaraf'tan
haberi yok, Aşağıtaraf'ın Yukarıtaraf'tan haberi var. Ne kadar egzotik. Ne
kadar sıra dışı. Ne kadar hayal gücüyle bezeli!
Richard Mayhew da işte tam olarak, gelişen olaylar
zincirinin ardından Yukarı Londra'dan Aşağı Londra'ya düşmüş bir masum köylü
rolünde.
Bir gün uyandınız, olması gereken her normal gündeki gibi ve
hayatınıza devam etmek için sorumluluklarınızı yerine getirmeniz gerekiyor. Ama
sonra bir bakıyorsunuz içinde bulunduğunuz dünya size yabancı gelmeye başlamış.
Sizi kimse görmüyor veyahut gören kişiler de tanımıyor. Evinizin artık size ait
olmadığını anlıyorsunuz, neler olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz ama nafile.
Sonra aslında bir şeyi yanlış anladığınızı fark ediyorsunuz. Dünyanın size
yabancı gelmeye başlamadığını, sizin bu dünyaya yabancı gelmeye başladığınızı,
artık burada bir yerinizin olmadığını anlıyorsunuz. Kalbinize zehirli bir ok
gibi saplanıyor bu acı gerçek. Hazmetmesi güç.
Bir anda hayatı tepetaklak olan Richard'ın başına gelenler
sizi üzebilir.
Sevgilisini kaybetme pahasına, kaldırımda kanlar içinde
yatmakta olan bir kıza yardım etmek ne kadar ilginç olayı beraberinde
getirebilir ki? Ama şunu söyleyeyim; tahmin ettiğinizden çok daha fazla.
Her şey bu olaydan sonra gelişiyor zaten. İşler çığırından
çıkıyor ve içinden çıkılamayacak bir hal almaya başlıyor. Kızın adı Door.
İsminden de yola çıkarak zaten en başta bu kızda bir şeyler olduğunu
anlayıveriyorsunuz. Ama neler olabileceğini tahmin edemiyorsunuz. Çünkü
Gaiman'ın işi belli olmaz. Her an ters köşeye yatırabilir. Bu yüzden eğer
tahmin yapıyorsanız bile, o tahminlerinize fazla güvenmeyin ve okumaya devam
edin.
"Şiddet kabiliyetsiz olanların son sığınağıdır ve boş
tehditler korkunç derecede beceriksiz olanların son mabedidir." -Marquis
de Carabas.
Door, ailesini
kaybetmiş bir kızdır. Daha doğrusu ailesi bir cinayete kurban gitmiştir.
Kimsesizdir. Ve Richard'ın aksine bir Aşağı Londra sakinidir. Beklenmedik bir
şekilde girer Richard'ın hayatına Door ve olması gerekenden çok daha çabuk bir
şekil de çıkar(mı?).
Door'un peşinde olan oldukça ilginç kişilikli iki adam
vardır. Bay Group ve Bay Vandemar. Tipik kötü karakter olma özelliklerini
taşıyan bu ikilinin diyalogları yer yer güldürebiliyor lakin bu onların neşeli
insanlar olduklarının bir kanıtı değil. İnanın karşı karşıya gelmek istemeyeceğiniz
türden her ikisi de. Ama siz yine de bu ikiliye dikkat edin. Sağları solları
belli olmuyor çünkü.
Aşağı Londra'ya düşen Richard, denize düşen yılana sarılır
misali, Islington adında bir meleği aramaya çıkan Door ve onun koruyucuları
-evet, Aşağı Londra'da Door sahipsiz değildir- Marquis de Carabas ve Avcı'nın
peşine düşerek oldukça düşük bir ihtimal olan evine geri dönebilmesi umuduna
sıkı sıkıya sarılır. Elinden geldiğince onlara yardım edecektir ve işler
yolunda giderse eğer kendini tekrar olması gerektiği yerde, Yukarı Londra'da bulacaktır. İşler yolunda giderse...
Kendini Aşağı Londra'nın kurallarına uymak zorunda hisseden
Richard'ı ve Islington adlı meleği bulma umuduyla yola çıkan diğer grup
üyelerini zor bir yolculuk beklemektedir.
Zaman ilerler ve zamanla doğru orantılı bir şekilde
karşılarına çıkan engellere göğüs geren kafile de hedeflerine doğru ilerler.
Marquis de Carabas bir süre sonra kendi planı doğrultusunda gruptan ayrılır. Çok
sonra öğreneceğimiz üzere plan başarılı bir şekilde noktalanır.
Hikayenin birçok koldan anlatılıp ve finalde hepsinin
birbirine bağlanması fikrini hep sevmişimdir. Yokyer'de de bu duruma rastlamak
mümkün. Gaiman'ın ustalığıyla ilmek ilmek dokunan hikaye, birkaç farklı
akarsuyun ayrı ayrı kollardan en sonda aynı okyanusa dökülmesi gibi eksiksiz
bir şekilde bağlanıyor birbirine.
Kitapta sona doğru yaklaştıkça heyecan da arıtıyor haliyle.
Nasıl sonlanacağıyla ilgili tezler üretiyoruz kafamızda. Sonra bir bakıyoruz
enfes bir şekilde noktalanmış kitap.
Ayrılmaz ikili Evrim Öncül ve Niran Elçi'nin elinden çıkıyor
Yokyer. Öncül çevirisini yaparken, Elçi editörlüğünü üstleniyor. Ardından
İthaki Yayınları da kitabı basıyor.
Yokyer'in 1996 yapımı
6 bölümden oluşan bir de mini dizisinin olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Biraz klişe bir tabir olacak ama, hiç Neil Gaiman okumamış
biri bence çok şey kaybetmiş demektir. Henüz geç değil, keşfedebilirsiniz bu "Edebiyatın
Rock Starı"nı.
Ha, ne demiştik?
Gaiman hep yazsın, biz hep okuyalım.
30 Haziran 2013 Pazar
Sevimli Canavarlar (Monsters, Inc)
En sevdiğim animasyon olma özelliğini taşıyan Sevimli Canavarlar hakkında bir şeyler söylemiştim geçtiğimiz mart ayında. Kritiği Kayıp Rıhtım'dan okumak isteyenleri şöyle alayım.
“Bu filmi yaparken hiçbir canavar zarar görmedi.”
Oyuncak Hikayesi’nin Oscar Ödüllü yaratıcılarından,
dünyanın her yerinde, hayranların ve sinema eleştirmenlerinin kalplerini
fetheden bir film!
Aslında, “Animasyon tarihinin köklerine indiğimizde…” diyerek de başlayabilirdim yazıma lakin bir Yekta Kopan olmadığımı fark ettim.
Hayal gücünün tasarımla buluşup tavan yaptığı görsel bir ziyafet olarak tanımlayabiliriz aslında bu filmi. Yaratıcılık harikası bir hikaye anlatımıyla Sevimli Canavarlar, kapılarını kargaşa ve yaramazlığın, canavarlar büyüklüğünde kahkahalar attırdığı bir dünyaya açıyor. Hayranlık uyandırıcı, pamuk şekeri tadında bir animasyon. Hatta daha da ileri gidersek, animasyon tarihinin miladı demek bile oldukça mümkün.
Evet, muazzam bir hayal dünyasının beyaz perdeye çok başarılı bir şekilde yansıtılması izliyoruz bu pek sevimli animasyon filmde. Küçük büyük demeden herkese hitap ediyor. Ben Sevimli Canavarlar’ı, ‘animasyon dünyasında devrim yapan ve çığır açan bir film’ olarak adlandırıyorum. Çünkü kendisinden sonra yapılan animasyonlarda benzer özellikler görmek mümkün.
Birçok sinemasal tekniğin ilk kez kullanıldığı bir animasyonla kalınmıyor, tekrar tekrar izlenilebilecek bir atmosfer yaratılıyor. Buradan yola çıkarak da, aslında animasyon filmlerin ne denli önemli olduğunu anlamamızı sağlıyor. En az bir sinema filmi -belki de daha fazla- kadar emek harcanan bir sürü yapım var animasyon tarihinde.
Canavarlardaki saçlar ve tüylerin kusursuzluğunu izleyenler fark etmişlerdir büyük ihtimalle. Pixar bu animasyonuyla birlikte bu sorunu kökten çözmüştür. Daha önce hiçbir animasyonda kullanılmayan özel efektlerle birlikte çok renkli tüyler, ıslak görüntü, tüy/kıl dinamikleri çok detaylı bir şekilde yansıtılmıştır. Bir örnek de verecek olursam eğer; Sully’nin karlı bölgedeyken tüylerinin üzerinde bulunan karlar son derece başarılı.
CGI teknolojisi ile Pixar çok iyi bir iş çıkarıyor elbette, farklı konusu ile dikkat çekiyor Sevimli Canavarlar. Fakat insan şunu soramadan edemiyor; “Neden bir Buz Devri, bir Wall-E, bir Shrek kadar popüler değil?” Mantıklı bir cevap verebilmek mümkün değil. Tabii ki Wall-E’deki konu derinliğini bulamayız Sevimli Canavarlar’da, ama en az onun kadar -benim için en iyisi- başarılı ve tekrar tekrar seyredilesi bir film.
Aslında, “Animasyon tarihinin köklerine indiğimizde…” diyerek de başlayabilirdim yazıma lakin bir Yekta Kopan olmadığımı fark ettim.
Hayal gücünün tasarımla buluşup tavan yaptığı görsel bir ziyafet olarak tanımlayabiliriz aslında bu filmi. Yaratıcılık harikası bir hikaye anlatımıyla Sevimli Canavarlar, kapılarını kargaşa ve yaramazlığın, canavarlar büyüklüğünde kahkahalar attırdığı bir dünyaya açıyor. Hayranlık uyandırıcı, pamuk şekeri tadında bir animasyon. Hatta daha da ileri gidersek, animasyon tarihinin miladı demek bile oldukça mümkün.
Evet, muazzam bir hayal dünyasının beyaz perdeye çok başarılı bir şekilde yansıtılması izliyoruz bu pek sevimli animasyon filmde. Küçük büyük demeden herkese hitap ediyor. Ben Sevimli Canavarlar’ı, ‘animasyon dünyasında devrim yapan ve çığır açan bir film’ olarak adlandırıyorum. Çünkü kendisinden sonra yapılan animasyonlarda benzer özellikler görmek mümkün.
Birçok sinemasal tekniğin ilk kez kullanıldığı bir animasyonla kalınmıyor, tekrar tekrar izlenilebilecek bir atmosfer yaratılıyor. Buradan yola çıkarak da, aslında animasyon filmlerin ne denli önemli olduğunu anlamamızı sağlıyor. En az bir sinema filmi -belki de daha fazla- kadar emek harcanan bir sürü yapım var animasyon tarihinde.
Canavarlardaki saçlar ve tüylerin kusursuzluğunu izleyenler fark etmişlerdir büyük ihtimalle. Pixar bu animasyonuyla birlikte bu sorunu kökten çözmüştür. Daha önce hiçbir animasyonda kullanılmayan özel efektlerle birlikte çok renkli tüyler, ıslak görüntü, tüy/kıl dinamikleri çok detaylı bir şekilde yansıtılmıştır. Bir örnek de verecek olursam eğer; Sully’nin karlı bölgedeyken tüylerinin üzerinde bulunan karlar son derece başarılı.
CGI teknolojisi ile Pixar çok iyi bir iş çıkarıyor elbette, farklı konusu ile dikkat çekiyor Sevimli Canavarlar. Fakat insan şunu soramadan edemiyor; “Neden bir Buz Devri, bir Wall-E, bir Shrek kadar popüler değil?” Mantıklı bir cevap verebilmek mümkün değil. Tabii ki Wall-E’deki konu derinliğini bulamayız Sevimli Canavarlar’da, ama en az onun kadar -benim için en iyisi- başarılı ve tekrar tekrar seyredilesi bir film.
Animasyonları çok seviyorum. Sanırım bunun en büyük nedeni
de animasyon izlemeye Sevimli Canavarlar ile başlamış olmam. Çizgi filmleri de
çok severdim. Çocukluğum, “en sevdiğin çizgi film ne?” sorusuna, “Simba,”
yanıtı vermekle geçti. Tabii ki arkasından ikinci bir soru geliyordu hemen,
“Sinbad olmasın o?” “Hayır efendim, Simba!”
Sevimliliğin son noktasında olan bir kız çocuğu.
Davranışları, konuşma biçimi, hareketleri ve mimikleriyle, yanaklarını sıkmak
isteyeceğiniz, çok şeker bir karakter. Mükemmel bir gözlem ve çalışmanın emeği
olduğu besbelli. Adı mı?
Boo!
Yok efendim, ne münasebet. Korkutmak için söylemedim. Kızın
adı “Boo” yani.
O ne sevimli bir yaratıktır öyle yahu! Bilgisayar ortamında
yaratılan bir karakter ne kadar tatlı ve gösterişli olabilir ki? Ama Boo öyle
değil işte. Bir istisna. Türkçe seslendiren kızın da verdiği sesle güçlü bir
karakter olarak çıkıyor karşımıza. Filmi izlerken gerçek olduğunu zannetmemek
mümkün değil. Yeri gelir ağlatır, yeri gelir kahkahayla güldürür. Hazırlıklı
olun, gardınızı ona göre alın.
2001 yılında çekilen bu animasyonun konusunu kısaca
hatırlamak gerekirse eğer;
Canavarlar dünyası isimli kendilerine ait bir dünyada
yaşayan ve hayatlarını idame ettirebilmek için insanlara ihtiyaç duyan ilginç
ve bir o kadar da sevimli canavarların dünyasının insanlarla karıştığı an
ortaya çıkan trajikomik hikayeyi anlatır, artık klasikleşmiş bir Akademi ödüllü
animasyon komedi-macera filmi olan “Sevimli Canavarlar”.
En iyi öcü James P.Sullivan ve onun çalışkan yardımcısı Mike
Wazowski, Canavarya’nın en büyük çığlık işleme fabrikası olan Canavarlar
Şirketi’nde çalışmaktadırlar. Canavarlar dünyasının ana enerji kaynağı,
insanoğlu çocuklarının çığlıklarıdır. Canavarlar, çocukların tehlikeli ve
zehirli olduklarına inanırlar. Küçük bir kız çocuğu dünyalarına yanlışlıkla
girdiğinde, korkudan ne yapacaklarını şaşırırlar. Çünkü Canavarlar
Dünyası’ndaki inanışa göre insanlar toksik etki yapıyorlar ve küçük kızın
varlığı onlar için bir salgın hastalık tehdidi anlamına geliyor…
Dehşete kapılan canavarlar salgın bir hastalığın
yayılacağını düşünmeye başlarlar. Bu küçük kız zannettikleri gibi onların
yaşamını tehdit ediyor mudur? Mike ve Sulley birlikte bu hatayı düzeltmek ve
Boo’yu evine geri göndermek için bir plan yaparlar. Ancak üçlü, bu süre boyunca
bir dizi beklenmedik hadise, canavarca entrikalar ve korkunç komik
talihsizliklerle karşılaşırlar. Onları hayal bile edemeyecekleri bir sırra
yönlendiren gizleme çabasına girişirler.
Çocukları ağlatmak için harcadığımız zamanı aslında
güldürmeye harcamalıyız ve çocukların dolaplardan korkmasının aslında yersiz olduğu
mesajlarını çok net alabilirsiniz filmden. Bunu da öcü böcülerin yardımıyla
yapmış Disney Pixar. Çok da iyi yapmış.
Kısaca özetlemek gerekirse, karakterleri, esprileri,
ayrıntıları, ve efektleriyle, “bir animasyon bu kadar geniş bir yaş kitlesine
nasıl hitap ediyor?” dedirten, şaşırtıcı, sevimli, canavar bir yapım!
Filmin sonundaki çekim hataları adlı bölüm dahiyane. Bir
animasyonda çekim hataları olur mu demeyin, izleyin ve kendi gözlerinizle şahit
olun! Gerçekten harikulade bir fikir. Çok şaşırtıcı ve bir o kadar da
eğlenceli.
Şimdi gelelim film hakkındaki bilgilere.
# ‘Sevimli Canavarlar’ ilk olarak 2 Kasım 2001’de gösterime
girdi.
# 115 milyon dolar bütçesi ile en pahalı animasyon olma
özelliğini taşımaktadır.
# Filmin 3 yönetmeni bulunmakta: Pete Docter, David
Silverman, Lee Unkrich
# Müzikler; Randy Newman.
# 2001′de bu film ile “En İyi Animasyon” dalında Akademi
Ödülü’ne aday gösterilen yönetmen Pete Docker, daha sonra 2009′da “Up/Yukarı
Bak”la En İyi Animasyon dalında Oscar kazandı.
# Yönetmen “Yukarı Bak” filminin yanı sıra, 2008′de
Wall-E/Vol-İ ve 1995′te “Toy Story/Oyuncak Hikayesi” ile 3 kere “En İyi Orijinal
Senaryo” dalında Oscar’a aday gösterildi.
# Bu filmin yapımcıları arasında yer alan Darla K. Anderson,
ayrıca “A Bug’s Life/Bir Böceğin Yaşamı”, “Cars/Arabalar” ve “Toy Story
3/Oyuncak Hikayesi 3″ filmlerinin de yapımcılığını üstlendi ve Oyuncak Hikayesi
3, 2010′da “En İyi Film” dalında Oscar’a aday gösterildi.
# Filmin başındaki kuş animasyonu Oscar ödülü kazanan Fort
the Birds’dur.
# Dört dalda Oscar adayı oldu: En İyi Uzun Metraj Animasyon
Filmi, En İyi Müzik, En İyi Ses ve En İyi Şarkı.
# O yıl ilk kez verilmeye başlanan “En İyi Animasyon”
dalındaki ödülü Shrek’e kaptıran Sevimli Canavarlar, “If I Didn’t Have You” ile
“En İyi Şarkı” ödülünün sahibi olmuştur.
# Film için orijinal tasarladığı “If I Didn’t Have Yo” adlı
şarkıyla ilk Oscar’ını alan Randy Newman daha önce 15 kez Akademi Ödülleri’ne
aday gösterilmişti.
# Mike’ın evindeki alfabetik sıraya göre dizilmiş olan
CD’ler genelde caz. (Guartet Muartet)
# Yine Mike’ın evindeki kitap isimleri Fur-Bang Shock,
Greasy Super, Entomology, Memories of Centauryville.
# Akademi ödüllü bu animasyonun sevimli karakterlerini Billy
Cristal, John Goodman, Seteve Buscemi, Jennifer Tilly gibi ünlü aktörler
seslendiriyor.
# Filmde küçük kızın odasındaki oyuncaklardan biri de
“Finding Nemo/Kayıp Balık Nemo”daki “Clown Fish”tir. Yıllar sonra çekilecek
filmin karakterlerinden birinin Sevimli Canavarlar’da görünmesi, “bu bir
tesadüf mü?” sorusunu gündeme getiriyor. Elbette tesadüf değil. Pixar bunu
sürekli yapıyor. Finding Nemo/Kayıp Balık Nemo’da da dişçinin odasında bulunan
oyuncakların arasında “Toy Story/Oyuncak Hikayesi” karakterleri bulunmaktaydı.
# Filmin IMDb puanı: 8.0/10
# Filmin Süresi: 92 dakika.
Türkçe seslendirenlere de değinmek gerekirse eğer;
Boo : (Volkan Severcan’ın dört yaşındaki kızı Melis
Severcan)
James P.Sullivan : (Kerem Atabeyoğlu)
Mike Wazovski : (Ziya Kürküt)
Randall : (Aliekber Diribaş)
Waternoose: (Kaya Akarsu)
Roz : (Göksel Kortay)
Yeti : (Ali Gül)
Flint : (Gülen Karaman)
Bile : (Talat Bulut)
Celia : (Gamze Gözalan)
Fungus : (Boğaçhan Sözmen)
Charlie : (Sercan Gidişoğlu)
George : ( Mazlum Kiper)
Suşi Aşçısı : ( Ali Düşenkalkar)
Bu filmden sonra animasyonlara olan sempatinizin artması
işten bile değil. Ama şunu hatırlatmakta yarar var, çoğu animasyon da Sevimli
Canavarlar kadar kaliteli değil. Günümüzde yapılmakta olan animasyonlar bile
kalite bakımından çok geri kalıyorlar. Bu denli özgün ve kaliteli yapımlar
artık kolay kolay çıkmıyor ne yazık ki.
Yavaş yavaş yazımın sonuna doğru gelirken çok önemli 2
konuya daha değineceğim.
Sevimli Canavarlar şu an vizyonda! Evet, yanlış duymadınız.
Film, geçtiğimiz cuma 3 boyutlu olarak beyazperdeye yine merhaba dedi. Peki ne
oldu da bir anda tekrar vizyona girdi bu animasyon?
O halde sıkı durun.
“Sevimli Canavarlar Üniversitesi/Monsters University,” adlı
devam filminin vizyon tarihine kısa bir süre kaldı!
Zaten böyle bir kurgunun devamını gelmemesi yeterince ilginç
bir olaydı. Pixar da boş durmamış ve hem bizlere ilk filmi hatırlatmak, hem de
yeni filme hazırlamak için “Sevimli Canavarlar”ı 3 boyuta çevirmiş.
Henüz izlememiş olanlar için çok güzel bir fırsat.
Şimdi gelelim 2.film “Sevimli Canavarlar Üniversitesi”nin
konusuna.
Mike ve Sully Sevimli Canavarlar’dan sonra yeniden
beraberler! Canavar olmak öğrenilebilir! Bu sefer maceranın öncesine, ikilinin
üniversite günlerine dönüyoruz. İkili henüz sıkı dost değiller ama bu çılgınca
eğlenmeyecekleri anlamına da gelmiyor.
Mike Wazowski ve James P. Sullivan ayrılmaz bir ikilidir ama
durum her zaman için böyle olmamıştır. Bu uyumsuz canavarlar tanıştıkları andan
itibaren birbirlerine tahammül edememişlerdir. “Sevimli Canavarlar
Üniversitesi” Mike ve Sulley’nin farklılıkları aşarak nasıl en yakın dostlar
olduklarına dair kapıları açıyor.
Kahkaha ve eğlence dolu “Sevimli Canavarlar Üniversitesi”nin
yönetmen koltuğunda Dan Scanlon otururken, filmin yapımcılığını Kori Rae
üstleniyor. Film, Türkiye’de 21 Haziran 2013’te 3 boyutlu olarak vizyona
girecek.
# “Sevimli Canavarlar Üniversitesi”, “Sevimli Canavarlar”
filminden yaklaşık 12 yıl sonra Amerikan sinemalarında gösterilecek.
# Billy Crystal ve John Goodman önceki filmde
canlandırdıkları Mike Wazowski ve Sulley rollerini yeniden seslendiriyorlar.
# “Sevimli Canavarlar Üniversitesi” yeni birkaç yüzle ve
“Sevimli Canavarlar” filmindeki birkaç sevilen karakterle geri dönüyor.
Dediğim gibi, animasyon tarihinde bir dönüm noktasıdır
Sevimli Canavarlar.
İzlememeniz önerilmez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)