28 Şubat 2014 Cuma

Düzenbaz (American Hustle - 2013)


Yönetmen: David O. Russell
Senaryo: David O. Russell, Eric Singer
Yapım: ABD
Tür: Dram, Suç
Süre: 129 dakika
IMDb Puanı: 7.6
Oyuncular: Christian Bale, Amy Adams, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Jeremy Renner
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Kostüm Tasarımı

Film ülkemizde "Düzenbaz" adıyla sinemaseverlerle buluştu.

Bu sene Oscar'ın bol adaylık alan filmlerinden birisi "American Hustle". En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek ve Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek ve Kadın Oyuncu dahil toplamda 10 kategoriye ismini yazdırmayı başardı.

Şöyle bir bakığımızda kadronun tamamı tanıdık isimlerden oluşuyor. Batman filmlerinden aşina olduğumuz "rolü için her kılığa giren adam" lakaplı Christian Bale, "Felekten Bir Gece" serisi ve 2012'nin en iyi filmlerinden biri olarak görülen "Umut Işığım"dan tanıdığımız Bradley Cooper, bu sene 5 Oscar adaylığı bulunan "Her" filminde de izlediğimiz Amy Adams ve yine "Umut Işığım" adlı film ve "Açlık Oyunları" serisinden tanıdığımız genç ve yetenekli aktris Jennifer Lawrence gibi isimler filmi ön plana çıkaran en büyük etken. Hatta yönetmen David O. Rossell'ın "karakter odaklı" bir sinemacı olduğunu düşünürsek, oyunculuk bazında harikalar yaratan bir film olduğunu söylemek mümkün.

Fakat açıkçası ben American Hustle'ın 10 adaylığına rağmen törenden eli boş dönebileceğini düşünüyorum. Adaylığı bulunan hiçbir kategoride favorim değil American Hustle. Oyunculuklar iyi evet fakat her birinin rakipleri daha iyi. İçlerinde Jennifer Lawrence'ı bir adım önde görüyorum o kadar. Ha bir de belki En İyi Kostüm Tasarımı ödülünü alabilir, o da zor tabii.

Neyse, gelelim filmin konusuna.

Film, "Bu olaylardan bazıları gerçekten yaşandı." yazısıyla başlıyor ve senaryo yaşanmış bir olaya dayanıyor.

1970'lerde geçiyor bu düzenbazlık hikayesi. Irving Rosenfeld adlı adam Sydney Prosser'la birlikte ortak ve aynı zamanda sevgililerdir. Çok yetenekli olan bu iki dolandırıcı birlikte bir sürü kişiyi dolandırırlar fakat günün birinde FBI ajanı olan Richie DiMaso tarafından yakalanırlar. Bu andan sonra ise filmin konusunda biraz değişiklik olur ve bu iki düzenbazın hüküm giymemek için tek bir çareleri vardır: FBI için çalışmak.

Film hakkında daha fazla bilgi verip de zevkinizi kaçırmayacağım, bu yüzden burada bırakıyorum. Bu senenin Oscar adayı filmleri arasında benim için sonlarda gelir American Hustle fakat yine de sıkılmadan izlediğimi itiraf edebilirim.

Bol müzikli ve komedili film arıyorsanız tam size göre. Fakat rakibi "The Wolf of Wall Street/Para Avcısı" ile karşılaştırıldığında epey bir ezileceğinin altını çizeyim, ki IMDb puanları da bu dediğimi destekler nitelikte.

Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club - 2013)


Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Senaryo: Melisa Wallack, Craig Borten
Yapım: ABD
Tür: Dram
Süre: 117 dakika
IMDb Puanı: 8.0
Oyuncular: Matthew McConaughey, Jared Leto, Jennifer Garner, Steve Zahn, Donna Duplantier
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Makyaj ve Saç

Bu yılın Oscar Ödülleri'ne 6 adaylıkla katılıyor Dallas Buyers Club. En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dahil.

Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallee'nin bütçe kısıtlamaları yüzünden hiçbir özel ışıklandırma olmadan, tek kamera ve kesintisiz çekimlerle, yirmi beş günde palas pandıras tamamladığı bir film bu. Niye diyecek olursanız eğer, sponsor yokluğunda gereken bütçeye ulaşılamamış ama bu da yönetmen ve ekibi durdurmaya yetmemiş olacak ki, ortaya böylesine güzel bir film çıkmış.

Bu filmin de tıpkı rakipleri "12 Years a Slave" ve "Captain Phillips" gibi gerçek bir olaydan yola çıkılarak çekildiğini belirtmekte yarar var. Uyuşturucu bağımlısı ve HIV taşıyıcısı Ron Woodroof'un hayatından esinleniyor.

Ron Woodroof'a 1986 yılında 30 günlük ömür biçiliyor, sebebi ise o yıllarda erkeklerde daha çok baş gösteren AIDS. İlk başlarda bu gerçeği kabullenemese de, zamanla işin ciddiyete bindiğini gören Woodroof, AIDS tedavisi için FDA kurumundan tek yasal ilaç olan AZT'yi almaya başlar.

Zaman geçtikçe iyileşmediğini, aksine durumunun daha da kötüye gittiğini fark eden Ron, çareyi ABD'de yasal olmayan fakat dünyanın dört bir yanında kullanılan doğal ilaçları satın almakla bulur. Satın aldığı bu koli koli ilaçlar sayesinde kısa sürede bir satış ağı kurarak satmaya başlar.

Meksika'dan ilaçlarla birlikte döndüğünde, daha önce hastanede karşılaşmış olduğu Rayon adında bir travestiyle de ortak olan Ron, hem kendisine biçilen ömre kocaman bir nanik yapıyor, hem de diğer HIV virüslü hastaları da tedavi ederek derin bir sistem eleştiri yapıyor. Hatta kendilerine bir isim de buluyorlar: "Dallas Buyers Club".

Bu illegal örgütü devlet bir süre sonra fark ediyor ve bir atak da onlardan geliyor. Bu durum da Ron'u yıldırmıyor ve mücadelesine devam ediyor.

Jennifer Garner'ı Doktor Eve rolünde izliyoruz filmde. Kendisi hastalara AZT ilacını vermek istemese de kanunlar gereği vermek zorunda ve bu da onun vicdanını rahatsız etmektedir. Nitekim bir süre sonra da büyüklerine küfrü basıp işi terk ediyor ve Ron'la da duygusal bir yakınlaşmaları oluyor.

Matthew McConaughey kariyerinin en iyi oyunculuğuna imza atıyor bu filmle birlikte. Hatta Requiem for a Dream'de hayranlıkla izlediğim Jared Leto için de aynı şeyi söylemek mümkün. Altın Küre'de McConaughey'nin En iyi Erkek Oyuncu, Leto'nun da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödül'ünü aldığını düşünürsek, Oscar için de en favori dalların bunlar olduğunu söylemek mümkün. Ama ben yine de Captain Phillips'teki performansıyla Barkhad Abdi'nin almasını daha çok isterim. Ayrıca bu filmi izleyene kadar DiCaprio'yu favori görüyordum ama törenden gene eli boş dönecek gibi...

Ayrıca çok önemli bir detaya daha değineceğim şimdi. Sırf bu film için McConaughey yirmi üç, Leto ise on dört kilo vermiş. Gerçekten de muazzam bir başarı bu. Rollerini oynamamışlar, adeta kostüm gibi giyinmişler. Özellikle McConaughey'nin o güzel oyunculuğunu biraz daha izlemek için film bitmesin istedim. Film onunla devleşmiş demek çok doğru bir tabir olacaktır.

Kısaca, AIDS, homofobi, transseksüellik, ilaç sektörünün kirli yüzü ve bunun sonucunda da bu sektöre kafa tutmaya çalışan bir avuç insanın gururlu mücadelesinin çok etkileyici biçimde anlatıldığı bir film Dallas Buyers Club. Yönetmenin konu çeşitliliğini iki saatlik film süresine yedirilmiş olması da takdir edilesi. Filmin dalı dram olmasına rağmen zaman zaman güldürüyor da. Son bölüm ise biraz hüzünlendiriyor.

Filmin hemen başında elektrikçi ve aynı zamanda bir rodeocu kimliğiyle karşımıza çıkan homofobik bir adam olan Ron'un, zamanla değişimini izlemek son derece keyifliydi.

Ama film bir anda final yapınca bir izleyici olarak afalladım. Birkaç dakika daha harcanıp aceleye getirilmeyen bir final yapılabilirdi, hoş bu haliyle de kötü olduğunu söyleyemem. Güzeldi.

Nihayetinde 30 günlük ömür biçilen Ron Woodroof, tamı tamına 2191 gün daha yaşar. Ve bu tamamen kendi imkanlarıyla. Ölümü kabullenemeyen bir adamın takdir edilesi başarısı.

İzlemeniz tavsiye olunur.

Son olarak filmin ülkemizde "Sınırsızlar Kulübü" adı altında 7 Mart 2014'te vizyona gireceğini belirteyim.

27 Şubat 2014 Perşembe

Nebraska (2013)


Yönetmen: Alexander Payne
Senaryo: Phil Johnston, Robert Nelson
Yapım: ABD
Tür: Dram
Süre: 115 dakika
IMDb Puanı: 7.9
Oyuncular: Casey Affleck, Stacy Keach, Bruce Dern, Bob Odenkirk, Devin Ratray
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Görüntü Yönetimi

Filmin ülkemizdeki vizyon tarihi: 7 Mart 2014

Öncelikle bu filmin normal bir film olmadığını belirtmeliyim. Yani günümüzde çekilen filmlerden bir yönüyle ayrılıyor. Filmin tamamı siyah beyaz. Çok ilginç evet, ama güzel bir hava kattığını söyleyebilirim. Kesinlikle şikayetçi değilim, aksine bu yönü çok hoşuma gitti.

Ve film hakkındaki ikinci şaşırtıcı bilgi: Filmin oyuncu kadrosu oldukça yaşlı. Yaş ortalamasının yetmiş beş olduğunu söylesem sanırım az çok fikir sahibi olursunuz.

Alışılageldik Hollywood filmlerinden farklı, Amerikan aile yapısını daha gerçekçi olarak yansıtan bir filmle karşı kaşıyayız. Zaman zaman duygulandıran, zaman zaman da güldürmeyi başaran, içinizi ısıtacak bir film.

Yaşlı bir adam. Çeşitli hastalıklara ek olarak odaklanma problemi de var. Kim mi? Woody Grant. Hayatının son dönemecinde olan bu adam bir gün posta kutusunda ödül kazandığını belirten bir mektup bulursa ne olur? İşte filmin kısaca özeti bu. Hemen cevap vereyim. Eğer o adam inatçıysa ve mektubu bulduğu andan itibaren oğullarına ve karısına kulak asmayarak yollara düşüp ödülün verileceği yere gitmeye çalışırsa, işler biraz karmaşıklaşacaktır fakat nihayetinde ortaya da tatlı bir film çıkacaktır.

Lincoln, Montana'ya bir hayli uzak ve Woody birkaç kez ailesinden gizli kaçma teşebbüsünde bulunur. Bir kere polisler, birkaç kere de oğlu tarafından ıssız yollarda tek başına yürürken bulunur ve evine geri götürülür. Fakat Woody Lincoln'e ya gidecektir, ya da gidecektir. Artık kafasına kesin bir şekilde koymuştur bunu.

Oğlu babasının bu kesin kararını fark ettikten sonra onu Lincoln'e götürme sözü verir ve bu sayede işler biraz daha rayına girmiş olur. Annesinin yoğun baskılarına rağmen baba oğul yola çıkarlar. Yolda Woody'nin eski evi, dostları, ailesini görürler, bir yaşlı adam için bunlar çok şey demektir ve anıları taşıyan o bedenin nasıl da duygusallaştığına tanıklık ederiz. Zaten alkolik olan Woody, çocukluğunun geçtiği bu kasabada da bir hayli içki tüketir. Hatta ilk defa oğluyla beraber bira da içerler.

Bu andan sonra anne Kate ve diğer oğul Ross da gelirler bu kasabaya ve hep beraber Woddy'nin evini gezerler. Kompresör olayı da çok iyiydi, filmde beni güldüren kısımlardan biri oldu. Woody ve oğlunun rayların üzerinde diş bulmaya çalışması ve ardından şakalaşma sahneleriyse en çok güldüğüm yer oldu. Bunlara ek olarak da mezarlık sahnesi ve lokantada yemek yeme sahneleri de güldürdü.

David'in annesi Kate klasik Türk kadınlarını andırdı bana, çok geveze olmasına rağmen sevimli bir teyzeydi. Babasının bu kadın yüzünden alkolik olmasına şaşmamalı gerçekten. Hele mezarlık sahnesinde yaptığı hareketle beni epey güldürmüştür.

Breaking Bad dizisininde tanıdığımız "Better Call Saul" lakaplı Saul Goodman karakterine can veren ve adeta o karakterle özdeşleşen Bob Odenkirk'i Ross Grant rolünde izliyoruz bu filmde fakat rolü biraz az. David Grant rolünde ise daha çok televizyon dizilerinde adına rastladığımız Will Forte'i görüyoruz.

Prison Break dizisinde hapishanenin müdürü Warden Henry Pope rolündeki Stacy Keach'i de görüyoruz Nebraska kadrosunda. Fakat Keach de yan karakter olarak çıkıyor karşımıza ve Prison Break'deki kadar tatmin edici bir oyunculuk da sergilemiyor açıkçası.

Bruce Dern ise hikayenin başrolünde bulunan Woody Grant'ı canlandırıyor ve kusursuza yakın bir performans sergiliyor. Oğlu David ile olan sahnelerde daha bir iyiydi sanki ama Oscar'ı alsa çıkıp da itiraz etmem. Hak ediyor.




İzleyici olarak bu hikayenin bir trajediyle noktalanacağını düşünmeye başladığımız sırada, anlayışlı bir oğlun dokunuşuyla mütevazi bir başarı hikayesine dönüşüyor film.

Kamyonet aldıktan sonra kalan parayla ne yapacaktın sorusuna babasının verdiği yanıtsa bir hayli duygu yüklüydü: "Size bir şey bırakmak istedim." Filmin etkileyici sahnelerinden biriydi bu.

Filmin yavaş sahne geçimlerini çok sevdim. Yönetmenin şaha kalktığı yerlerdi o kısımlar.

Woody'nin inatla Lincoln'e gitmeye çalışması, yolda hayatının büyük bir bölümünün geçtiği kasabaya uğraması, eski dostlarıyla tekrar karşılaşması, anılarının gün yüzüne çıkması, ödülü kazanmadığı halde hediye edilen şapka sayesinde kazandığını sanması, -veya kazanmış gibi mutlu olması- oğlunun her şeye rağmen babasına destek olması ve ona, parayı kazandığı taktirde alacağını söylediği şeyleri alması ve bunun sonucunda da Woody'nin kamyonetle kasabadan tekrar geçerken geç kalınmış bir hava yakalaması, çevresindekilere ödülü kazandığını hissettirmesi ve o yüzündeki gülümseme paha biçilemeyecek denli etkileyici, buruk da olsa sevindiriciydi.

Amerika deyince aklımıza hep büyük şehirler, devasa gökdelenler ve para gibi şeyler gelir ama ülkenin öteki yüzünü hep unuturuz, kırsal bölge yaşantısını görmezden geliriz. İşte bu film de tam olarak bu noktaya parmak basıyor. Bize bu tip yaşantılardan uzak, tıpkı Türkiye'deki küçük ilçe ve kasaba yaşantılarını andıran hayatların da varlığını gösteriyor.

"Sideway"s ve "The Descendants" filmlerinin senaryolarıyla iki Oscar ödülü kazanan yönetmen Alexander Payne'in bu filmi de senaryosuyla Oscar'a aday ve kazanmaması için bir sebep göremiyorum ben açıkçası. Ama Her filminin almasını daha çok istiyorum ben. Tamam, Nebraska da çok güzeldi ama, Her başka. En iyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu da dahil 6 dalda Oscar'a adaylığının bulunduğunu da belirtmeli.

Eğer canınız bir şeye sıkkınsa ve keyfinizin bir an önce yerine gelmesini istiyorsanız, açın Nebraska'yı izleyin. Hele de yaşlı insanları ve onların hayata bakış açılarını seviyorsanız, sıkılmayacağınızın garantisini veririm.

Eminim pek çok kişi sıkıcı olduğunu dile getirip izlemeye değer bir film olarak görmeyeceklerdir bu filmi ama zaten önemli değil ve herkesin sevmesi de beklenemez. Hatta bu filmin aday olduğu dallardan herhangi birini kazanıp kazanmaması da önemli değil, izledikten sonra filmi sevenler zaten ödülü çoktan vermiş olacaklar. 

Sade, naif, siyah beyaz hoş bir film Nebraska. İzleyiniz.

Müziklerinden bahsetmeyi unutmuşum. Hepsi çok iyiydi gerçekten. Şuradan, şuradan ve şuradan fikir sahibi olabilirsiniz.

Kaptan Phillips (Captain Phillips - 2013)


Yönetmen: Paul Greengrass
Senaryo: Billy Ray
Yapım: ABD
Tür: Dram, Gerilim, Macera
Süre: 134 dakika
IMDb Puanı: 8.0
Oyuncular: Tom Hanks, Catherine Keener, Barkhad Abdi, Faysal Ahmed, Michael Chernus
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Ses Kurgusu, En İyi Ses Miksajı

Film vizyondayken izleyememiştim, geç de olsa izleyebildim sonunda.

En İyi Film ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dahil, bu senenin Oscar Ödülleri'ne 6 dalda adaylığı bulunan bir film "Captain Phillips".

Film gerçek bir olaydan yola çıkılarak senaryolaştırılıyor. 2009 yılının Nisan ayında, Amerikan kargo gemisi Alabama'nın, Somali'ye yakın bir bölgede korsanlar tarafından kaçırıldığı haberini hatırlarsınız belki. Hatırlayanlar zaten filmin nasıl sonlanacağını biliyorlardır, ki ben de bilenler arasındaydım.

Ama bu kesinlikle sorun değil, seyir zevkim baltalanmadı, hatta aksine, daha da perçinlenmişti izlemeden önce. Başrolde Tom Hanks'in olduğunu bilmek de heyecanlanmama sebep oluyordu.

Filmin en önemli özelliği çok gerçekçi olmasıydı, ki zaten yönetmen Paul Greengrass'ın en birincil amacı da buymuş. Filmi yapay bir sette değil de denizde çekmeye karar verdiğinde karşı çıkanlar olmuş ve denizde çekimlerin çok zorlu olacağı dile getirilmiş yakın çevresi tarafından. Fakat Greengrass dinlememiş ve kafasına koyduğu şeyi yapıp yaklaşık iki ay süren çekimleri denizde gerçekleştirmiş. Takdir edilesi.

Filmin içeriğine dönecek olursam tekrar.

Korsanların gemiye yaklaştıkları ilk andan filmin finaline dek gerilim bir an olsun azalmıyor, hatta zaman zaman hat safhaya ulaşıyor. Bir sonraki sahnede ne olacak merakı son ana dek baskınlığını koruyor. İki saatten biraz fazla olan bu film bitene dek çivi gibi yerinize çakılıyorsunuz adeta.

İzlediğim en iyi operasyon sahnesini de bünyesinde barındıran film, "Kahraman Amerikan Askeri"ni çok ön plana çıkarıp Amerikan propagandasını çok iyi bir şekilde yapıyor. Bu tip yerlere fazla takılmadan, filmin seyrine kendinizi bırakmanız tavsiye olunur. Özellikle gerçek bir olayı böylesine güzel bir şekilde beyazperdeye aktarmış olmalarını görmezden gelmemek gerek. Filmin eksiği gediği bulunmuyor bu konuda.

Fakat, izlerken aklıma çok önemli bir nokta takıldı, o da şu: Bir yük gemisi de olsa, mürettebatın elinde hiç mi silah bulunmaz yahu? Hele bir de Somali'ye çok yakın olan tehlikeli sulardan geçeceklerini düşününce.

Yani çok olası bir şey orada korsancılık, gemi kaçırmak adamların işi. Gemideki mürettebatın sayısını tam olarak bilmiyorum ama yirmiden az olmadığına eminim, bu kadar adam, dört tane eli silahlı yirmi yaş altındaki gencecik Somalilere karşılık veremiyor. İlginçti. İşte silahın öneminin ortaya çıktığı o an!

"Adamların işi o" dedim ama, öyle bir sahne vardı ki filmde, filmin zirve noktasıydı diyebilirim.

Kaptan Phillips'in "Gemi kaçırmaktan başka işleriniz olmalı," cümlesine karşılık, korsanların lideri konumundaki Muse'nin verdiği cevap ibretlikti, düşündürücüydü: "Amerika'da belki..."

Çok ilginç bir nokta da şuydu: Somalili korsanları oynayanların oyuncu mu yoksa gerçekten korsan mı olduğuna karar vermek bir hayli zor. Her biri rollerinin altından başarıyla kalkmasını bilmişler fakat Muse'a ayrı bir parantez açmak şart.

Somali asıllı bir Amerika vatandaşı olan Barkhad Abdi'nin oyunculukla uzaktan yakından alakası yokmuş, bunu duyduğumda çok şaşırdım zira kendisinin ilk performansı olmasına rağmen Tom Hanks'i gölgede bıraktığını rahatlıkla söyleyebilirim.

O nasıl bir oyunculuktur yahu? Bu kadar mı gerçek oynanır? Gerçekten çok şaşırtıcı. Asıl mesleğinin şoförlük olduğunu da belirteyim, rol teklifi geldiğinde kabul etmiş, iyi ki de etmiş, dünya böyle bir yetenekten mahrum kalmamalıydı. 2009 yılında gerçekleşen olayda gemiyi kaçıran kaptana benzerliği ile de dikkat çekiyor. Diğer korsanlar da oldukça iyiydi, lafım yok onlara da.

Daha fazla şey söylemenin bir mantığı yok aslında. Şöyle gümbür gümbür bir film arıyorsanız bire bir. Gerilime doyacak ve filmin finalinde ise oldukça duygulanacaksınız.

Tom Hanks'i zaten biliyorsunuz, sadece Barkhad Abdi için bile izlenebilir gibi son derece iddialı bir cümle de kurayım.

İyi seyirler.

Yerçekimi (Gravity - 2013)


Yönetmen: Alfonso Cuarón
Senaryo: Alfonso Cuarón, Jonás Cuarón, Rodrigo García
Yapım: ABD
Tür: Bilimkurgu, Gerilim
Süre: 90 dakika
IMDb Puanı: 8.2
Oyuncular: Sandra Bullock, George Clooney
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Müzik, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Kurgu, En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Ses Kurgusu, En İyi Ses Miksajı, En İyi Görsel Efekt

Bu yıl "American Hustle" ile birlikte Oscar'da en çok adaylık elde eden film "Gravity". En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil toplamda 10 adaylığı bulunuyor.

İzlemeden hemen önce "kısa bir film" demiştim ve izledikten sonra ise bu fikrim tamamen değişti. 83 dakika kısa gelebilir evet, ama bu filmin konusuna göre oldukça uzun sayılabilir. Film uzayda geçiyor ve film boyunca yalnızca iki kişi rol alıyor. Bu kişiler de zaten epey tanıdık isimler: Sandra Bullock ve George Clooney.

Bu yıl "Her" filmiyle birlikte iki bilimkurgu filmi En İyi Film kategorisine adını yazdırmış durumda. Her'e göre Gravity'nin şansı biraz daha yüksek olsa da, ödülü alacağını pek zannetmiyorum açıkçası. Bilimkurgusal yönüyle bakacak olursak başarılı, gerilim yönüyle bakacak olursak gene başarılı. E zaten oyunculuklar da kusursuz. Sandra Bullock'a hayran kalmamak elde değil. En İyi Kadın Oyuncu dalında ödül alması beni çok sevindirir lakin şansı fazla değil bu sene. Yine de etkileyici bir oyunculuk sergilediğini söylemek mümkün.

George Clooney'nin rolü ise çok daha az, ama kötü bir performanstı diyemem. Ayrıca yönetmen koltuğunda da Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'ndan tanıdığımız Alfonso Cuaron var. En İyi Yönetmen Ödülü'nde iddialı olduğunu söylemek pekala mümkün. 

Film, iki astronotun uzay boşluğundaki yolculuklarını anlatıyor. Beklenmedik bir şey gerçekleşiyor ve mekiğe çarpan bir yabancı cisim mekiği parçalıyor. Yeryüzüyle iletişimleri kopan ikilinin karanlık uzay boşluğunda hayatta kalma mücadelesi çok dokunaklıydı. Beğendim filmi, güzeldi.

10 Dalda Oscar'a aday olan Gravity bakalım bu ödüllerin kaçını kucaklayacak. Teknik dallarda ödülleri toplaması işten bile değil.

Güzel bir bilimkurgu filmi arayanlara, özellikle de space opera sevenlere önerilir.

26 Şubat 2014 Çarşamba

12 Years a Slave (12 Yıllık Esaret - 2013)


Yönetmen: Steve McQueen
Senaryo: Steve McQueen, John Ridley
Yapım: ABD, İngiltere
Tür: Biyografi, Dram, Tarih
Süre: 134 dakika
IMDb Puanı: 8.4
Oyuncular: Chiwetel Ejiofor,  Michael Fassbender,  Benedict Cumberbatch,  Lupita Nyong'o,  Paul Giamatti, Brad Pitt, Srah Paulsen
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Kostüm Tasarımı

Filmi henüz vizyona girmeden internetten izlemiş ve çok beğenmiştim. Fakat bu filmi bir kez de sinemada izlemek istedim. Yani çok kısa bir süre içerisinde iki kez izledim, pişman da değilim.

"Açlık" ve "Utanç" filmleriyle rüştünü ispatlamış Steve Mc Queen'in yönettiği, En İyi Film dahil toplam 9 dalda Oscar'a aday olan "12 Yıllık Esaret" gerçek bir hikayeden yola çıkılarak beyazperdeye aktarılan oldukça dokunaklı bir film.

Yazıldığı dönem çok satan aynı adlı kitaptan uyarlanıyor film. Kitap, Solomon Northup adlı adamın yaşadıklarını yazması sonucu ortaya çıkıyor.

Özgür bir siyahi olan Solomon Northup, ailesiyle birlikte New York'ta yaşamaktadır. Aynı zamanda deneyimli bir keman virtiözüdür. İşbu sebeple tanımadığı iki adam tarafından Washington'daki bir sirkte iki hafta çalışması teklif edilir. Solomon bu teklifi kabul eder. Bu işi kutlamak amacıyla birlikte içerlerken, Solomon içkiyi fazla kaçırır ve bu onun başına pahalıya patlar.

İşverenleri konumundaki bu iki adamın asıl amacı Solomon'ı kaçırıp köle olarak satmaktır. Solomon'ın da fazla alkol nedeniyle sızması sonucu amaçlarına ulaşırlar ve Solomon uyandığında kendini dört duvar arasında, elleri ve kolları bağlı bir şekilde bulur.

Ve böylelikle Solomon'ın 12 yıl sürecek olan esaret hayatı başlamış olur. Bir yandan tekrar özgürlüğüne kavuşacağı günün hayallerini kurarken, öte yandan kendisine takılan "Platt" isminin sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır. Birkaç kez sahip değiştirir, çok kötü muamelelere katlanır ve aynı zamanda tanıklık eder, kendisini bu cehennemden kurtarmak için planlar yapar ama güvendiği insanların kendisine ihanet etmesi sonucu bu planlar suya düşer. Ama Solomon hiçbir zaman umudunu kaybetmez.

Çok kötü yıllar geçirir kölelikte ama nihayetinde evine dönmeyi başarır. Tabii ki bunda Brad Pitt'in canlandırdığı Bass karakterinin de rolü büyük. Çok az bir rolü var Pitt'in ama olayı çözümleyen adam konumunda. Çok soğukkanlı bir şekilde hikayeye giriyor Brad Pitt ve o karizmatik halleriyle bir kez daha kendine hayran bırakıyor.

Sherlock dizisinde, dünyanın en ünlü kurgu dedektifini oynayan Benedict Cumberbatch'i Ford rolünde izliyoruz. Filmde yer alan tüm beyazlar acımasız değil, Ford da onlardan biri. Köleliği kabul etmiş fakat kölesi olduğu insanlara acımasızca davranmayan, onları insan yerine koyan bir adam. Patt'a (Solomon) da yardımcı oluyor bazı sahnelerde ve izleyici olarak o dönem hakkında daha fazla şey öğrenmiş oluyoruz.

American Horror Story dizisinden tanıdığımız Sarah Paulson ise kötü kalpli, acımasız bir kadın olan Mary'e hayat veriyor. Fakat tıpkı Brad Pitt gibi Paulson'ın da rolü bir hayli az. Kadro zangin fakat roller azar azar paylaştırılmış durumda.

Lupita Nyong'o, Patsey rolüyle karşımıza çıkıyor. Siyahi bir kadın olan Patsey, filmin en ağır sahnelerinin odak noktası. İzlerken içimizi titreten çok önemli birkaç sahnede sergilediği oyunculukla göz dolduruyor.

Son olarak Chiwetel Ejiofor'a değinmek gerek. Kendisi başroldeki Solomon Northup'u canlandırıyor ve bence Oscar'da da favori. O kadar iyi ki oyunculuğu, izledikten sonra siz de hak vereceksiniz bana. Mimikleri ve ses tonunu ustalıkla kullanıyor oluşu, en önemli özellikleri. Ödülü almasını gönülden istiyorum.

Amerika halkının, tıpkı kıtanın yerlileriyle olan münasebetleri gibi, kölelik de yüzleşmekten kaçındıkları bir diğer önemli olay. Bu yüzden ABD-İngiltere ortak yapımı olan bu filmin değeri biraz daha artmış oluyor. Steve McQueen kölelik konusuna farklı bir gözden bakmıyor belki ama, bu konu hakkında son yıllardaki en iyi film demek çok da yanlış olmaz.

En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil dokuz dalda Oscar'a adaylığı bulunduğunu yinelemekte fayda var. Aynı zamanda Altın Küre'de En İyi Film Ödülü'nün sahibi olduğunu da belirtmeliyim. Yılın en sağlam filmlerinden biri 12 Yıllık Esaret, Oscar için bir adım önde şu an.

Filmin aksine yönetmen Steve McQueen'in işi biraz daha zor. Çünkü karşısında çok sıkı bir rakip olan Gravity'nin (Yerçekimi) yönetmeni Alfonso Cuaron var.

Film aynı zamanda müzikleriyle de fark yaratıyor. Hans Zimmer imzalı müzikler kulağa oldukça hoş geliyor ve dramayı bize hissettiriyor.

Kölelik algısını zihinlerimizde yeniden canlandırıyor bu film. Hiçbir insan, bir diğerinin efendisi değildir.

Öyle ya da böyle, uzaktan ya da yakından sinemaya ilgisi olan herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm bir yapım "12 Yıllık Esaret".

Para Avcısı (The Wolf of Wall Street - 2013)


Yönetmen: Martin Scorcese
Senaryo: Terence Winter
Yapım: ABD, İngiltere
Tür: Macera, Suç
Süre: 180 dakika
IMDb Puanı: 8.5
Oyuncular: Leonardo DiCaprio,  Matthew McConaughey,  Jonah Hill,  Jean Dujardin, Ethan Suplee
Oscar Adaylıkları: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo

Şunun şurasında Oscar Ödül Töreni'ne ne kaldı? Başta En İyi Film kategorisindeki filmler olmak üzere, adaylık alan filmler hakkındaki eleştiri yazılarımın ilkiyle başlıyorum: "The Wolf of Wall Street".

Film hakkında söyleyebileceğim ilk şey: çok uzun. Nedense hiç filmin süresine bakmak aklıma gelmemişti. Hatta ilerleyen günlerde izlemeyi düşündüğüm filme son andaki karar değişikliyle girdim.

Leonardo DiCaprio'nun muhteşem performansıyla birlikte bu sene 5 Dalda Oscar adaylığı bulunuyor Para Avcısı'nın. Zaten DiCaprio bu filmle de Oscar'ı alamazsa, başka hangi filmle alır bilemeyeceğim. Yeteneğini tartışmaya gerek yok herhalde, bu filmde de yine muazzam bir oyunculuk sergilemiş. Ha tabii biraz da yaşlanmış...

Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak çekilen filmin konusu ise kısaca şöyle:

Jordan Belfort adlı adamın kısa süre içerisinde milyoner oluşunu, kazandığı paraları çarçur edişini ve yine kısa süre içerisinde tekrar dibe vuruşu anlatılıyor. Filmin temposunun hızlı oluşu, üç saatin erimesinde önemli rol oynuyor. İzlerken hiç sıkılmadım, üstelik çok sıkı rakipleri olmasına rağmen, En İyi Film Oscar'ını kucaklarsa eğer hiç de şaşırmam. Çok çetin geçecek bu sene Oscar Ödülleri, çok.

The Walking Dead dizisinden tanıdğımız Jon Bernthal'in Brad rolüyle karşımıza çıktığı filmde, Jonah Hill ve Margot Robbie gibi oyuncular da filmin gücüne güç katmış durumda. Matthew McConaughey ise kısa bir rolle merhaba diyor sevenlerine.

Filmin orjinal adı The Wolf of Wall Street, ülkemizde ise Para Avcısı adı ile beyazperdede. Gidin ve bir Martin Scorsese filmi olan Para Avcısı'nı yerinde izleyin. Fakat filmin on sekiz yaş ve üzeri olduğunu ve bolca uygunsuz sahne barındırdığını belirtmeliyim. Bu yüzden sinemaya birlikte gideceğiniz kişileri iyi seçmelisiniz.

Çok beğendim ben filmi. Umarım Leo bu sefer şanssızlığını kırar ve o Oscar heykelciğini evine taşır. Sonuna kadar hak ediyor çünkü.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Anansi Çocukları - Neil Gaiman


Bir Gaiman kitabı incelemesi daha. Kayıp Rııhtım portal sayfasından okumak için buraya tıklayınız efendim.

“Dünya hep aynı dünya olabilir, ama duvar kâğıdı değişir. Öyle değil mi? İnsanların öyküsü hala aynıdır; doğarlar, bir şeyler yaparlar ve ölürler, ama artık öykünün eskisinden farklı bir anlamı vardır.’’ -Neil Gaiman
Öncelikle şunu söylemeliyim, Neil Gaiman adını sağda solda duymakla onu tanıyor olduğunuz düşüncesine kapılmayın. O tip bir düşünce içerisinde olanlar var ise, yanıldıklarını bilmeliler.

Neden mi böyle bir şey söyledim? Çünkü Gaiman’ı okumadan anlamaya çalışmak gerçekten saçmalığın daniskasıdır. Onu anlamak için yarattığı eserleri görmeniz gerekir. O eşsiz hayal gücüyle tanışmanız gerekir. O büyülü dünyalara yolculuk etmeniz, tadı damağınızda kalacak olan sırlı satırlara dalmanız gerekir.

Bunları yaptıktan sonra yapacağınız tek bir şey kalır: O da Gaiman’ın önünde saygıyla eğilmek.

Bram Stoker, Nebula, Hugo ve Locus başta olmak üzere daha birçok ödüle layık görülen bir yazar Gaiman. Çevrildiği her dilde kitapları büyük bir ilgi görüyor. İnsanın hayal gücüyle neler başarabileceğinin en büyük kanıtlarından biridir aslında bu sıra dışı adam.

Yeter mi bu kadar övgü? Yetmez tabii ki. Ama biraz da kitap hakkında konuşmak gerek.

Anansi Çocukları, Gaiman’ın 2005’te yazdığı, tüm karakterlerinin yetişkinlerden oluştuğu, efsanevi mitolojilerde sıkça karşılaştığımız bir konu üzerine, tanrılar ve insanlara dair oldukça başarılı bir fantezi romanı.

Aklınıza hemen Zeus, Poseidon, Thor gibi tanrılar gelmesin. Gaiman’ın tanrıları birçok yönden farklılık gösteriyor. Çünkü Gaiman tanrılarını kendisi yaratıyor.

Bugüne kadar okuduğunuz birçok kitapta ithaf sayfası vardır ve bu artık klasikleşmiş bir durumdur. Kitabın yazarı, annesi, babası, eşi, çocuğu veya kısaca sevdiği bir insana o kitabı ithaf eder. Bu şekilde belli eder birçok yazar sevgisini. Peki hiç kendinize ithaf edilen bir kitap okumuş muydunuz? Cevabınız hayır ise buna Gaiman’ın Anansi Çocukları’nı okuyarak son verebilirsiniz. Niye diyecek olursanız, Gaiman kitabı okurlarına armağan ediyor. Kişisel fikrim bugüne dek okuduğum en güzel ithaf olduğu yönünde:

“Nasıl olduğunu bilirsin. Kitabı alırsın, ithaf sayfasını açarsın, bir de bakarsın ki yazar, kitabı, yine sana değil bir başkasına ithaf etmiş.
Bu kez değil ama.
Çünkü henüz tanışmadık / birbirimizi uzaktan tanıyoruz / birbirimize deli oluyoruz / uzun zamandır görüşmedik / bir şekilde dostuz / hiç tanışmayacağız, ama eminim ki buna rağmen birbirimizi hep çok seveceğiz…
Bu kitabı sana ithaf ediyorum.
Nedenini ve sana ne dilediğimi en iyi sen bilirsin.”

İşte böyle. Neil Gaiman daha ilk sayfadan okurlarına bir sürpriz yapıyor. E tabii ki size ithaf edilen bir kitabı okumanın keyfi de bir başka oluyor.

Anansi Çocukları, Örümcek Tanrı Anansi’nin başrolde olduğu bir roman. Nasıl bir tanrı peki bu Anansi? Kendisi Batı Afrika ve Karayipler’in Örümcek Tanrı’sı. Dünyamızdaki görünümü kanlı canlı bir insan. Kafasında yeşil renkli fötr bir şapka ve güneş gözlükleriyle oldukça da modern. Kitapta yüzeysel olarak bahsedilen diğer tanrılar ve onların bulundukları yer ise dünyanın başlangıcındaki (son değil, başlangıç) dağlarda yer alan mağaralar.

Kitap hakkında fazla bilgisi olmayan kişiler arasında bu kitabın tanrıları anlattığını düşünenler olacaktır elbette. Ama hayır efendim, isimden de anlaşılacağı üzere konumuz Örümcek Tanrı Anansi’nin çocukları: Şişko Charlie ve Örümcek. Yaşanan olayların başrolünde bu ikili var. Şişko Charlie ile kardeşi Örümcek’in komik, eğlenceli ve okuması keyifli öyküsünü anlatıyor bizlere Gaiman, o kendine has üslubuyla hem de. Bu kez mizah dozu yüksek üstelik.

Buraya kadar anlattıklarım size bir örümcek ağı kıvamında yani karman çorman gelmiş olabilir. Haklısınız da. O halde başa dönüp biraz daha detaylı bilgi vermekte yarar var.

Annesinin ölümünden sonra İngiltere’ye taşınan Şişko Charlie’nin sıradan hayatı ve bir de yakın bir tarihte evleneceği bir sevgilisi vardır. Fakat günün birinde hayatının alt üst olmasında başrol oynayan bir olay gerçekleşir. Şişko Charlie’nin babası ölür! Yaşanan bu trajikomik ölümden sonra -neden trajikomik dediğimi Örümcek Tanrı Anansi’nin ölüm sahnesini okuduktan sonra anlayacaksınız- hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

“Eğer harika ama utanç verici bir babam ve harika ama benden utanan çocuklarım olmasaydı, Şişko Charlie’yi yazamazdım. Yaşasın aileler.” -Neil Gaiman

Şişko Charlie’nin, babasının ölüm haberini almasıyla başlayan roman, onun cenazesi için Florida’ya gitmesi, Örümcek adında bir kardeşinin olduğunu öğrenmesi ve onunla yaşadıkları üzerinden devam ediyor.

Florida’ya giden Charlie’yi orada bir dolu sürpriz beklemektedir. Kelimenin tam anlamıyla dört tane “çatlak” yaşlı kadının arasında bulur kendini. İçlerinden Bayan Higgler, ona bir kardeşinin olduğunu söyler. Şişko Charlie bu duruma şaşıracak zaman dahi bulamadan Bayan Higgler tarafından bir şoka daha uğratılır: Kardeşini çağırması için bir örümceğe fısıldaması yeterlidir. Bu da yetmez. Ona babasının aslında bir tanrı olduğunu söyler. Artık bu kadarı fazladır, Şişko Charlie kadının aklını kaçırdığını düşünür. Acı gerçekler ise bir süre sonra ortaya çıkacaktır.

Elbette bu yaşananların hiçbiri normal değildir.

Örümcek, Charlie’nin hayatına girdiğinde Charlie birçok şey kaybeder. Önce eşini sonra işini. Üstelik Örümcek, Charlie gibi değildir. Yetenekli, yakışıklı ve sempatik biridir. Tanrı Anansi’nin tüm özellikleri Örümcek’e geçmiştir ve bu durum Charlie’yi daha da çileden çıkarır.

“Şarkılar kalıcıdır. Şarkılar süreklidir. Bir şarkı doğru söylendiğinde, imparatorları maskara eder, hanedanları devirir. Şarkıların anlattıkları olaylar ve insanlar, toprağa ve düşe ve yokluğa karıştıktan çok sonra bile yaşamaya devam ederler. Şarkıların gücü budur.” -Neil Gaiman

Bir ilginç detay da Şişko Charlie’nin aslında şişko olmamasıdır. Küçükken babası ona bir kez böyle hitap etmiştir ve o günden sonra bu sıfat üzerine yapışıp kalmıştır.

Babasının yüzlerce kez kandırdığı Kaplan’la da mücadele etmek zorunda kalır Charlie. Ayrıca Kuş Kadın’la, Örümcek’in hayatından çekip gitmesi üzerine de bir anlaşma yapar. Ancak daha sonra öğreneceği üzere anlaşma kendisini de etkilemektedir. Örümcek’in sevgilisini kapmış olması sonucunda artık eski hayatına dönemeyecek olan Charlie, en azından Örümcek’i kurtarmak için girişimde bulunur. Hem artık Roose’u değil Örümcek sayesinde tanıştığı Daisy’i sevmeye başlamıştır Charlie. Ayrıca patronu Grahame Coats yaptığı tüm yolsuzlukları Charlie’nin üzerine yıkmıştır. Yani Charlie’nin artık döneceği bir işi de yoktur. Kısacası her şey arapsaçına dönmüştür.

Buradan sonra olayların temposu artıyor ve kitap çok daha eğlenceli bir hale geliyor.

Eğer okurken korkmuyorsanız, işe yaramaz. Eğer okurken gülmüyorsanız yine işe yaramaz” diyor Gaiman ve ekliyor:

“Yemek pişirdiğim gibi yazıyorum. Kim bir yemeğe bir malzemeyi ekleyemeyeceğinizi söyleyebilir ki? Tarzları, ana yemeği zenginleştirecek bir baharat olarak kullanıyorum. Anansi Çocukları gerilim ve mizah ile tatlandırılmış, dedektiflerin, mitlerin olduğu bir roman. Ama aslında insanlar üzerine bir roman. Aileler ve aile ilişkileri üzerine yazıyorum. Realistik bir roman olarak anlatsam, belki yazdıklarımı kimse okumaz. Okurun daha önce hiç görmediği bir açıdan bazı şeyleri gösterdiğim için rahatça hikâyenin içine girebiliyorlar.”

Gaiman’ın tarzı kısaca budur. Küçüklükten beri izlediği bir yolu vardır ve o yoldan asla şaşmaz Gaiman. İçinden geldiği şekilde yazar. Salt hayal gücüdür onun yazdıkları.

Anansi Çocukları romanını 1996 yılında senaryo olarak yazmaya başlamış, üç bölümün ardından hikâyenin pek de canlı olmadığına karar verip başka romanlara yönelmiş. “Yazdığım bölümler içinde en ilginç karakter aslında Örümcek Tanrı Anansi olan Bay Charlie Nancy idi ve o da hikâyenin başında ölüyordu,” diyor Gaiman. Yıllar sonra bu projesine dönüp tekrar yazmaya koyuluyor ve biz okurlarının karşısına tanrıların ve doğaüstü olayların komik, korkunç, gerilim dolu ve romantik komedi tadındaki hikâyesini çıkarıyor.

Umarız Neil Gaiman da tıpkı Robert Jordan gibi tabutunun çivileri çakılana dek yazmaya devam eder.

“Öyküler de ağlar gibidir, her bir iplik diğerine bağlanır ve siz öyküleri takip ede ede merkeze ulaşırsınız. Çünkü merkez sondur. Her insan bir öyküdeki ipliktir.” -Neil Gaiman

23 Şubat 2014 Pazar

2013 Yılında Ne Okudum ve Birkaç Başka Şey

Blogu açtığım günden itibaren düzenli olarak buraya yazmadığımı fark ettim. Açmadan önce çok heveslenmiştim oysa. Aslında hala hevesliyim fakat blog şeysine bir türlü alışamadım. Günümün büyük çoğunluğunu Kayıp Rıhtım forumunda geçiriyorum ve okuduğum kitaplar, izlediğim diziler ve filmler hakkında görüşlerimi ilk orada paylaşıyorum ve bu da blogun güncelliğini yitirmesine sebebiyet veriyor.

Blogda yer almayan en az yüz tane yazımın olduğuna eminim, ama işte onları burada paylaşmaktır mühim olan ve benim de yapmaya çalıştığım ve başaramadığım bir şey bu. İlginçtir, bu konuda o kadar başarısızım ki, bunu daha birkaç gün önce fark ettim.

Evet, her neyse.

Bugünden itibaren, buraya gereken önemi vermeye çalışacağım. En azından bunu bir kez daha deneyeceğim. Bu sefer de olmazsa zaten hiçbir anlamı kalmıyor blogun var olmasının.

Şöyle bir politika izleyeceğim:

Güncel yazılarımı anında burada paylaşacağım ve yanına parantez içinde 2014 yazacağım, bir yandan da 2013'ten kalma yazıları buraya aktarmaya devam edeceğim ve haliyle onların yanında da parantez içinde 2013 yazacak. Başka türlü açığı kapatamam çünkü. Bu, bu şekilde sürüp gidecek, ta ki, eski yazılar bitip de güncele dönene dek.

Bu ilk konuydu. Sıra ikincide.

Geçen gün yaptığım hesaplamalarımı buraya aktaracağım şimdi.

2013 yılında 97 tane "şey" okumuşum. Şimdi bu "şey"leri tek tek sınıflandırayım.

58 adet roman,
15 adet öykü kitabı,
10 adet çizgi roman,
10 adet şiir kitabı,
4 adet deneme kitabı

Evet, bu kadar. Görüşmek üzere.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Noel Baba'dan Mektuplar - J.R.R. Tolkien

Yılbaşını Noel Baba'dan Mektuplar'ı okuyarak geçirmiştim, eğlenceliydi. Amacım kısa bir yorum yazmaktı aslında, baktım uzadıkça uzuyor, en iyisi incelemeye çevireyim de Kayıp Rıhtım takipçilerimiz de yararlansın dedim. Rıhtım üzerinden okumak için buyrun.

Noel Baba ve onun sakar yardımcısı konumundaki konuşan bir Kutup Ayısı'nın maceralarının anlatıldığı, daha çok çocuklara hitap eden ama her Tolkienseverin kati surette okuması gereken bir kitap "Noel Baba'dan Mektuplar".

Tolkien, 1920 yılından başlayarak, 1943 yılına kadar her yıl, Noel yaklaştığında çocuklarına mektup yazardı. İlk olarak, ilk çocuğu John'a hitap eden mektuplar, yıllar geçtikçe ve Tolkien'in yeni çocukları dünyaya geldikçe onlara da hitap etmeye başlamıştır. John'dan sonra sırasıyla: Michael, Christopher ve Priscilla.

Tolkien yazdığı mektuplara kendi adını yazmıyordu, üstleri karlı ve hayal ürünü bir Kuzey Kutbu Posta İdaresi'nin pullarını yapıştırıyor ve bu mektupların Kuzey Kutbu'ndan, Noel Baba'nın evinden geldiği izlenimini yaratıyordu. Bu şekilde tüm çocukları yetişkinlik yaşlarına dek Noel Baba'nın varlığına inanarak büyümüşlerdi. Fakat Tolkien'in asıl amacı çocuklarını Noel Baba'nın varlığına inandırmak değildi.

Tolkien'in bunu yapmaktaki amacı tüm çocuklarının hayal gücünü geliştirmekti. Nitekim başarılı da oldu. Böylesine büyük bir dehaya sahip bir babanın çocukları da olması gerektiği gibi, hayal gücünün önemini kavrayarak büyüdüler. Sadece bu bile Tolkien'in ne kadar ileri görüşlü olduğunun kanıtıdır. Çocuklarını, küçüklüklerinden itibaren düşünmeye sevk etmiş olması, gönderilen mektuplardaki olayları ve kişileri hayallerinde canlandırmalarını istemesinin en büyük nedeni ileriki yaşamlarında da, zaman zaman hayallerine ihtiyaç duyacaklarını biliyor olmasından ileri geliyor. Yani çocuklarını küçük yaşlardan itibaren hayata hazırlıyor bir nevi. Ne baba ama!

Mektuplarda anlatılanlara gelecek olursam eğer. Tamamen kurgusallar ve Tolkien'in hayal gücünden çıkmalar. Kuzey Kutbu'nda yaşayan Noel Baba ve sakar, komik bir Kutup Ayısı'nın geçtiği hikayelere yıllar ilerledikçe kar perileri, kızıl yercüceleri, gulyabaniler, kardan adamlar, in ayıları, Kutup Ayısı'nın yeğenleri Paksu ve Volkatukka ve hatta bir peri olan İlbereth de katılır. Kadro büyüdükçe büyür ve her yıl ortaya komik, neşeli, okuması keyifli hikayeler çıkar.

Bunların birçoğunu Noel Baba kendi ağzından yazmış olsa da, olaya zaman zaman Kutup Ayısı da dahil olur ve bu durumda Kutup Ayısı ne Noel Baba'nın atışmaları kaçınılmaz olur. Çocuklar için son derece güldürücü etkiye sahip atışmalar bunlar. Nadir olsa da, Noel Baba'nın işinin başından aşkın olduğu zamanlarda, İlbereth'in de mektup yazdığı oluyor. Bu zarif perinin el yazısı Noel Baba ve Kutup Ayısı'na oranla son derece ahenkli ve okunaklı.

Kutup Ayısı'nın yazısı oldukça kalın ve fazla anlaşılır değil, Noel Baba'nınsa titrek. Niye titrek olduğuysa son derece zekice bir noktaya bağlanmış: Kuzey Kutbu soğuktur, e haliyle Noel Baba'nın elleri de sürekli üşümektedir, bu yüzden mektuplarını yazarken istemsiz olarak titrek bir el yazısı kullanır.

Elbette ki tüm bu yazıları ne peri İlbereth, ne sakar Kutup Ayısı, ne de Noel Baba yazıyor. Tolkien, zekasını konuşturmuş oluyor burada da. Mektupları çocuklarına daha inanılır kılmak için farklı yazı stilleri kullanıyor. Ne kadar da kusursuz bir plan, öyle değil mi?

J.R.R. Tolkien'in yazdığı Noel Baba'dan Mektuplar'ın özgünlüğünden etkilenmemek mümkün değil, yaşınız kaç olursa olsun...

Ve bir diğer nokta. Sadece mektuplar mı geliyor Kuzey Kutbu'ndan? Elbette hayır! Her mektubun içerisinde en az bir de resim bulunuyor. Resimlerin büyük çoğunluğunu Noel Baba kendi elleriyle çiziyor, azınlık kısmı ise Kutup Ayısı patileriyle... Bu konu hakkında da birçok kez tartışıyorlar hatta. Noel Baba, Kutup Ayısı'nın resim yeteneğini zayıf bulsa da, Kutup Ayısı'nın bunu kabul etmeye hiç mi hiç niyeti yok. Neyse ki her seferinde olaylar tatlıya bağlanıyor.

Gün geçmiyor ki Kutup Ayısı bir sorun çıkarmasın ve Noel Baba'nın başına bela olmasın... Çam ağacını süslerken dala asılıp kalmasını mı desem, Neol Baba'nın kukuletasını indirmek için çatıya çıkmasını ve çatının çökmesi sonucu evin içine düşmesini mi desem, haftalarca ortalardan kaybolmasını mı desem, merdivenlerden inerken bütün hediye paketlerini -üstelik Noel'e çok az bir vakit kalmışken- düşürüp ortalığı berbat etmesini mi desem, -ve yine üstelik Noel'e çok az bir vakit kalmışken- küveti su doldurmasını, suda uyuya kalmasının ardından, suyun taşarak alt kata sızmasını ve hediyeleri mahvetmesini mi desem, bilemedim şimdi. Neyse, en iyisi biz de bunların hepsini Noel Baba gibi unutalım da bir sorun çıkmasın.

Üstelik Noel Baba'nın sorunları bunlarla da sınırlı değil. Belli aralıklarla gulyabani istilasına uğramaları sonucu maddi olarak büyük zarara uğrayan Noel Baba ve ekibi, her seferinde bu zorluğun da üstesinden gelmesini başarıyor. Gulyabanileri topraklarından -buzullarla kaplı her yer, ama klasikleşmiş bir tabir olarak toprak kelimesini kullandım- atarak eski, normal yaşantılarına geri dönüyorlar. Yani anlayacağınız her yılın stresi ayrı oluyor Kuzey Kutbu'nda.

İşte mektuplarda da tüm bu olaylar anlatılıyor Tolkien'in çocuklarına. Arada bir de havadan sudan bahsediliyor tabii ki.



Olaya biraz da Tolkien'in çocuklarının gözünden bakalım.

Her yıl dört gözle beklenen mektuplar ve hediyeler onlar için eşsiz bir olay olmalı. Hangi çocuk istemez ki böyle bir şeyi? Veya şöyle sorayım: Hangi çocuk istemez ki Tolkien gibi bir babaya sahip olmayı?

Yılın sonlarına doğru Noel'in yaklaşmasıyla birlikte çocuklar da Noel Baba'ya mektuplar kaleme alıyorlar. O yıl ne istiyorlarsa onu dile getiriyorlar ve Noel Baba rolü oynayan Tolkien de elinden geleni yapıyor çocukları için. Oyuncakları eksiksiz bir şekilde sahiplerine ulaştırıyor. Hem bu şekilde Tolkien'in çocuklarına yazma tutkusunu aşıladığına da şahit oluyoruz.

Gerçekten Noel Baba'dan Mektuplar'ı okuduktan sonra Tolkien'e olan sevginizin, saygınızın artması işten bile değil. Bir yandan edebiyat tarihine iz bırakan kitaplar yazarken, bir yandan da çocuklarını unutmaması, onlarla ilgilenmesi, olağanüstü bir çaba gerektiren takdire şayan bir durum.

Kitabın içeriğinde peri olarak bahsedilen varlıklar aslında elf, gulyabani olarak bahsedilenler ise goblin. Çeviri hatası demek doğru olur mu pek emin değilim açıkçası. Çünkü çocuklara göre hazırlanan bir kitap olduğu için, bu terimler uygun görülmüş olabilir. Ama büyükler için can sıkıcı bir durum oluşturduğu da bir gerçek.

Ve kitap hakkında çok ilginç bir noktaya daha değinmek istiyorum. Kitabın sonunda "Çevirmenin Notu" diye bir bölüm var ve bu bölümü okuduktan sonra, okuyup bitirmiş olduğunuz bu güzelim kitabın aslında "olması gerektiği gibi" basılmadığını fark ediyorsunuz. Neyden mi bahsediyorum? İşte bundan:

"Tolkien'in, Noel Baba'nın 23 Aralık 1932 ve 21 Aralık 1933 tarihli iki mektubunda 1453 tarihini vererek gulyabanileri İstanbul'un fethiyle birleştirmeye çalışmasını, düşüncesizce tekrarlanan dinsel bir ön yargı olduğu için Türkçe metine almadık. Buna karşılık Tolkien 24 Aralık 1935 tarihli Noel Baba mektubunda 1933 tarihini vererek gulyabanileri Almanya'da iktidarı ele geçen bir felaketle birleştirmekte haklı."

Üstte italik olarak yazılan paragraf, kitabın yayımlandığı günden itibaren birçok tartışmaya konu oldu. Benim şahsi düşüncem de yayınevinin çok gereksiz bir sansür uyguladığı yönünde. Olduğu gibi yayımlanmalıydı. Hem çocuk kitabı bastıklarını söyleyip hem de çocuklarla alakası olmayan bir sansür uygulamaları son derece yakışıksız bir durum.

Son olarak kitabın kapağından bahsetmek istiyorum. Tasarımı göz dolduran, ciltli, oldukça hoş bir kapak. Bu yüzden kapağın olumsuz yönde eleştirilebilecek hiçbir yanı yok. Okuyan Us Yayınevi bu durumun altından başarıyla kalkmış. Eminim birçok kişi de benimle hemfikirdir.

Çocuklara masal niteliğinde aslında bu kitap, lakin Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit gibi kült kitapların yazarının, Orta Dünya'dan bağımsız bir şekilde hayal gücünü konuşturduğu bu kitabı da okumak istemez misiniz?

Tolkien'i okuyunuz.

Ve Tolkien'i seviniz.

Lady Anne Susuyor - Saki

İncelemeyi Kayıp Rıhtım üzerinden de okuyabilirsiniz.
Öncelikle bu kitabı bana hediye edip, "Bak en kısa sürede oku ha, bu kitaptaki öyküler öyle başka öykülere benzemez," diye beyanat veren, sık sık alış-veriş yaptığım kitapçıya teşekkürlerimi ileterek başlayayım yazıma.
Dost Kitabevi yıllar önce başlamış bu diziyi yayımlamaya. İlk zamanlarda daha bir hızlı oldukları söylense de, yavaş yavaş da olsa otuz adet kitabı basmayı başarmışlar. Bense bu harika diziden bir kitap da olsa okuyabilmenin mutluluğu içerisindeyim. Şimdi yapmam gereken şey ise, "Babil Kitaplığı" adı altında Jorge Luis Borges tarafından hazırlanan fantastik edebiyat dizisinin her biri birbirinden bağımsız olan diğer kitaplarını da bulup seriyi tamamlamak. Biraz zor olacak evet, ama edebiyat denen bu çorak topraklarda kilometrelerce susuz yol almaya alışık bünyeler için çekilir bir yolculuk olacaktır.

Kitap kapakları okuru etkilemenin önemli bir yoludur ve Dost Kitabevi de bunu kelimenin tam anlamıyla kusursuz bir şekilde başarmıştır. Babil Kitaplığı'nda yer alan tüm kitapların kapakları oldukça ilgi çekici ve güzeldir. Hemen hemen her coğrafyadan yazarları barındırır bünyesinde bu dizi. Yani önce Borges'e sonra da Dost Kitabevi'ne ne kadar teşekkür etsek azdır.

Daha önce de bir öykü kitabı yorumlamıştım sitede. Orada yaptığım şeyi burada da yapıp, öyküleri tek tek ele aldım. Öykülere kısaca değindiğimi belirtiyor, yine de yazının bundan sonrasını okuyup okumama konusunda kararı size bırakıyorum.

Lady Anne Susuyor: Okuduktan sonra yazarın dilinin ağır olduğuna kanaat getirdiğim öyküdür kendisi. Kitaba da adını veren "Lady Anne Susuyor" adlı öyküde Egbert, Don Torquinia, Lady Anne gibi karakterlerin yanı sıra, bir de İphigenia Tauris'te operasından bir arya mırıldanan şakrakkuşu var.

Masalcı Amca: Üç küçük çocuk. İki kız, bir erkek. Teyzeleriyle bir tren yolculuğundalar. Gerektiğinden fazla ses çıkarmaları sonucunda yolcular ister istemez rahatsız oluyorlar. Teyzeleri ise çocukları susturabilmek için her yolu deniyor ama başarılı olduğu söylenemez. Çocukların şaşkın bakışları altında olaya bir "Masalcı Amca" dahil oluyor. Ardından anlatılan masal, gelişen olaylar ve gülümseten son.

Tavan Arası: Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocuklar hakkında verdikleri kararlar vardır. Ve bu öykü bize tam olarak bunu anlatıyor, elbette Nicholas'ın yardımıyla! Nicholas'ın yaramazlık yaptığına karar veren büyükler ceza olarak onu evde bırakıp diğer çocukları Jagborough Kumsalı'na gezmeye götürürler. Bu durum Nicholas'ı hiç üzmez ve büyüklerin bu şekilde bir karar vermelerinin çok saçma olduğunu söyler. Böğürtlenli bahçeye girmesi yasak olan Nicholas, tavan arasına çıkarak zaman geçirir. Öykünün sonundaysa Nicholas'ın teyzesine verdiği dersi hayranlıkla okuyoruz. Çocuk deyip geçmeyin, Nicholas çok zeki!

Gabriel-Ernst: "Korunuzda yırtıcı bir hayvan var," diyor ressam Cunningham ama Van Cheele'in sorduğu diğer sorulara yanıt vermekten kaçınıyor. İşin ilginç tarafı, koruda gerçekten de yırtıcı bir hayvan olması. Van Cheele ve bu sıra dışı yaratık arasında geçen birkaç diyalogdan sonra işler daha da sarpa sarar. Van Cheele yaşanan gerçeği öğrendiğindeyse çoktan iş işten geçmiş olur.

Tobermory: "Ağustos ayının sonlarına doğru serin, yağmurla yıkanmış bir akşamüstüydü." diye başlıyor öykü ve bizi Lady Blemly'nin bir hafta sonu partisine götürüyor. Partideki bütün ilgi Mr. Cornelius Appin'in üzerinde. Bu adam barutun, buhar makinasının ve hatta matbaanın icadını dama atacağını düşündüğü bir buluşa imza attığını söylüyor: Hayvanlara konuşmayı öğretmek. İlk başarılı deneyi ise Tobermoy adında bir kedi. Kediye konuşmayı öğreten Appin, göğsünü gere gere herkesin içinde kanıtlıyor bu durumu. Ve ardından gelişen birkaç şaşırtıcı olay.

Derisi ve Gerisi: İki adamın diyaloglarıyla başlıyor öykü. Sonra gazeteci olan adamın diğerine Henri Deplis'nin hikayesini anlatmasıyla devam ediyor. Son derece ilginç bir öyküsü var Henri Deplis'nin. Ağlasak mı, gülsek mi bilemeyeceğimiz türden. Henri Deplis'nin vücuduna bir dövme yaptırdığını ve bu dövmenin başına enteresan işler açtığını öğreniyoruz. Genel olarak, bugüne dek okuduğum tüm öyküler arasında en ilginç öykü olabilir bu. Sevdim.

Dinlenmeme Kürü: Sürdürdüğü gerilimli ve kaygılı hayatı dolayısıyla sinirleri harap olan Clovis'e kompartımanda tanıştığı J.P. Huddle adlı adam "dinlenmeme kürü" öneriyor. Bu kür, dinlenme kürünün tam tersini ifade ediyor. Clovis, bu sohbetten sonra aklına koyduğu fikri gerçekleştiriyor. Birkaç gün sonra ikilinin yolları tekrar kesişiyor ve olacak olan oluyor.



Mowsle Barton'da Huzur: Crefton Lockyer adlı adamın bir gün uyandığında yaşadığı yerde huzur kalmadığını anlaması, her zamanki mutluluğunu o gün bulamaması, olayların çok garip bir hal aldığını,  içinden çıkılamayacak bir duruma geldiğini fark etmesi ve iç içe olduğu bu yaşlı kadınların, ömürlerinin sonunda başka işleri güçleri yokmuş gibi neden birbirleriyle dalaştıklarını anlayamaması üzerine kurulu, alt yapısı sağlam bir öykü.

Bıldırcın Yemi: Büyük şirketlerin tüketici kitleye her türlü cazip fırsatı sunması bir küçük işletme sahibi olan Bay Scarrick'i çileden çıkarır. Ne yapsam da dükkanı tekrar işlek bir hale getirsem diye kara kara düşünmektedir. Hatta taşradaki bakkalın üstündeki odaları kiralayan ressamla kız kardeşine de açar bu konuyu. Birkaç fikri vardır Scarrick'in fakat tam o anda ressam kontrolü ele alır ve harika bir planı işletmeye koyulurlar. Bu şekilde halka güzel bir ders verirler. İyiydi.

Açık Pencere: Kitaptaki kısa öykülerden biri "Açık Pencere". Framton Nuttel adlı adamın, kız kardeşinin sözüne kulak asmayarak kırsal alanda inzivaya çekilme düşüncesini hayata geçirmesini anlatıyor. Daha doğrusu henüz hayata geçiremeden başına gelenleri.

Sredni Vaştar: Serinin hazırlayıcısı Jorge Luis Borges tarafından kitap için yazılan önsözde iki öykü diğerlerinden ayrılıyor. "Bu derlemede yer alan öykülerden ikisini seçmemiz gerekseydi (aslında bizi bu ikiliğe zorlayan hiçbir şey yok), hiç tereddütsüz Sredni Vaştar ve Araya Girenler'i seçerdik," diyor Borges ve diğerlerine nazaran bu ikisi üzerinde daha çok duruyor.
Sredni Vaştar, muayene sonucunda doktorun beş yıl ömrünün kaldığını söylediği on yaşındaki Conradin adlı çocuğun bahçedeki kulübede yaşayan gelinciğe verdiği isim. Bu ismi gelinciğe vermekle kalmıyor, kendince onu tanrı ilan ediyor. Bu da yetmiyor, ayinler düzenleyerek ona tapıyor! Son derece ilginç ve merak uyandırıcı bir öykü Sredni Vaştar.

Araya Girenler: Borges'in neden özellikle bu öykü üzerinde durmuş olduğunu okuduktan sonra anlamış bulunuyorum. Kitaptaki en etkileyici öyküydü Araya Girenler, ayrıca en beğendiğim öykü konumunda. Toprak sorunu yüzünden birbirine düşman olan iki adam: Ulrich von Gradwitz ve Georg Znaeym. Ormanda birbirlerini arayan kana susamış bu iki adamın karşılaştıktan sonra yaşadıkları anlatılıyor. Öykü hakkında söyleyebileceklerim bu kadarla sınırlı ne yazık ki. Çünkü asıl olaylar zinciri bu karşılaşmadan sonra başlıyor. İnsanı derinden etkileyen bir finale sahip, oldukça dokunaklı bir öykü.

Öyküler bu şekilde. Biraz da yazardan bahsetmek gerek.

Mizahi öyküleriyle tanınmıştır Saki. Yazdığı kısa hikâyelerde ironi ve alaycılığı çok iyi kullanır. Gerçek adı Hector Hugh Munro’dur. Çok sevdiği Ömer Hayyam’ın rubailerini okurken onun Saki’sinden esinlenerek kullandığı bir takma isimdir, Farsçada “kadeh sunan” anlamına gelir.

Kara mizah türünde verdiği eserlerle edebiyat dünyasında yer edinen Saki’nin ölümü de bir kara mizah örneğidir aslında. 1914 yılında İngiltere’den Fransa’ya giden yüz gönüllü asker arasında yer alır ve 1916 yılında er olarak katıldığı cephede siperdeyken arkadaşına dönüp, “Söndür şu lanet sigarayı!” demiştir. Bu cümle kendisinin son sözleri olmuştur aynı zamanda. Dedikten yalnızca birkaç saniye sonra başına bir kurşun yiyerek yaşama gözlerini yummuştur.

Saki’nin hayal dünyasını harekete geçiren iki olgu olduğu bilinmektedir. Bunlardan ilki hamile olan annesine bir ineğin çarpması, ardından annesinin düşük yapması ve kendini toparlayamayarak ölmesidir. Bu trajikomik ölüm Saki’yi oldukça etkilemiştir. Bu yüzden öykülerinde hayvanlara sıkça rastlanır.

İkinci etmen ise, annesi öldükten sonra akrabalarının yanında yaşamasıdır. Öykülerinde sık rastlanan durumlardan biri ise gerici bir kafa yapısına sahip halalar ve teyzelerdir. Kullandığı çocuk kahramanların güçlü ve zeki oluşunu da Saki’nin kendi çocukluğuyla ilintilemek pek tabii mümkündür.

Lady Anne Susuyor, klişe öykülerden sıkılıp ilginç öyküler okumak isteyenlere.