“Gökdelen onlara karşı elinden geleni ardına koymamakta kararlı olan dev, agresif bir canlıydı sanki.”
Daha önce Arion Yayınları’ndan (1 adet) ve Ayrıntı
Yayınları’ndan (11 adet) kitapları çıkan James Graham Ballard’ın Sel Yayınları
etiketiyle yayımlanan ilk kitabı olma özelliğini taşıyor Gökdelen. Orijinal adı
High Rise olan ve 1975 yılında kaleme alınan eser, Ballard’ın yurtdışında en
sevilen yapıtları arasında yer alıyor. Geç de olsa, bizler de 2012 yılında Dost
Körpe çevirisiyle bu eseri ülkemizde de görme fırsatına eriştik. Eserin çeviri
ve editörlük anlamında gayet başarılı olduğu söylenebilir.
Ballard okumuş olanlar bilirler. Kendisinin nevi şahsına
münhasır bir tarzı vardır ve her ne kadar yazdığı birçok şey bilimkurgu
sınırları içine girse de, aktif bilimkurgu okurlarının pek de tercih etmediği
bir yazardır. Asimov, Clarke, Heinlein, Dick gibi yazarları büyük bir iştahla
okuyanlar, Ballard’a gelindiğinde aynı tadı alamaz ve hatta onu bilimkurgu
yazarı olarak bile gör(e)mezler. Ballard’ın yazdığı roman ve öyküler çok
ağırdır çünkü. Korkutucudur. Kimilerine göre ise, bilim tabanından yoksun
kurmaca metinler. Ve bu da onu bilimkurgunun farklı bir basamağına oturtmaya
yetmiştir.
Bilimkurguda New Wave (Yeni Dalga) akımının da öncülerinden
olan Ballard, her zaman dış uzayı reddetmiş ve iç uzaya odaklanmıştır. Uzay
gemilerini, gezegenleri ve son model teknolojik gelişmeleri elinin tersiyle
itmiş ve hemen bütün yapıtlarında insanın kendisine odaklanmıştır. Zira Ballard
için en önemli şey insandır. Hayattaki her şey karşısında insanın vereceği
tepkiler önemlidir. İnsan doğası ve psikolojisinin evreleri onun odak
noktasıdır. Yazdığı 100’den fazla öyküde, 20’ye yakın romanda bu hep böyle
olmuştur. Bu yönüyle öteki bilimkurgu yazarlarından ayrılan Ballard, Polonyalı
bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem’e çok daha yakındır diyebiliriz. Her ne kadar
Lem bilimkurgunun tüm malzemelerini cömertçe kullansa da, onun yapıtlarının da
merkezinde her daim insan olmuştur.
“Mutluluk verici bir ilkel hayata doğru topluca gittiğimizi sanmak hata olur.”
Ballard’ın birçok yapıtı gibi Gökdelen de bilimkurgusal bir
distopyadır. Bu anlatısında da okurlarına iyi şeyler söylemiyor ne yazık ki ama
zaten aktif Ballard okurları, kitapları bunun bilincinde olarak okudukları
için, bir nevi karamsar senaryolara alışkınlar. İlk defa okuyanlar ise bu sert
kurgular karşısında bir alışma evresi geçirmek zorundalar.
Her gün gözümüzün önünde olan ve bizim için sadece ifade
ettiği anlamı taşıyan şeyleri Ballard alır ve ustaca işler. Ortaya ise ürkütücü
şeyler çıkar. İşte bu kitap da tam olarak bu kurala uyuyor.
Ballard’ın “gökdelen”i, büyük şehirlerde yaşayan herkes için
artık normalleşmiş olan büyük binalardan aslında çok da farklı değildir.
Başlangıçta o da normal bir binayı temsil etmektedir ama daha büyük, daha
kalabalık ve daha kapitalist.
“Uzun asansör boşluklarında inip çıkan asansörler, bir
kalbi çalıştıran pistonlar gibiydiler. Koridorlarda yürüyen bina sakinleri bir
atardamar ağındaki hücrelerdiler, dairelerindeki ışıklarsa bir beynin
nöronlarıydı.”
İnsanlara
her istediğini veren bir gökdelen düşünün. Eviniz, işiniz, yaşamsal
ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız dükkanlar, sosyal aktivitelerinizi özgürce
gerçekleştirebileceğiniz alanlar ve hatta daha fazlası, her şey bu gökdelenin
içinde. Çok mecbur kalmadıkça gökdelen dışına dahi çıkmıyorsunuz. Yeterince
korkutucu mu? Ballard’ın yarattığı karakterler için hiç de değil.
Ballard’ın geleceğe dair öngördüğü unsurlardan biri hiç
şüphesiz öteki romanlarında da zaman zaman değindiği betonlaşma konusu. Giderek
artan betonarme yapılar ve yükselen şehir nüfuslarını modern insanın en büyük
kabusu olarak gören Ballard, dev bir gökdelen içinde yaşayan ve yalnızca belli
şeylere odaklanarak robotlaşan insanları resmetmiş Gökdelen’de.
Kitapta anlatılan bu dev binanın mimarı Anthony Royal, orta
sınıfa ait bir doktor olarak hayatını idame ettiren Robert Laing ve aşağı
sınıfın lideri ve aynı zamanda bir televizyon programcısı Richard Wilder
romanın etrafından döndüğü üç ana karakter olarak öne çıkıyorlar. Kendi
içlerinde çetin bir savaş veren bu üçlünün hayatlarına konuk oluyoruz sırayla
ve bu sayede de gökdelen yaşamının henüz ilk zamanlarının sakinliğinin tadını
çıkarıyoruz. Eğer okuduğunuz kitap Ballard’a aitse, bu sakinliğin çok
sürmeyeceğini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Ve beklenen oluyor da: Gökdelen yaşamının
sakin ve huzurlu günleri çok sürmüyor, giderek artan şiddet, romanın sonunda
doruk noktasına ulaşıyor.
Bu son
teknoloji harikası olduğu söylenen gökdelende yaşayan insanlar bir müddet sonra
vahşileşmeye başlayacak ve ilkelliğe doğru giden bir süreç de durmamacasına
devam edecektir. Herkesin mutlu olarak işine gidip geldiği günlerin yerini
savaş cepheleri, yağmalar, çatışmalar ve ölümler alacaktır. Modern insanın
günün birinde tekrar özüne, ilkelliğe döneceğini söyleyen Ballard bu
düşüncesinde son derece ciddi.
“Gökdelen sakinleri ışıkları söndürülmüş bir hayvanat bahçesinde bir arada yatan yaratıklar gibiydiler; arada sırada kısa süreliğine birbirlerine vahşice saldırıyorlardı.”
Kitapta alt sınıfı temsil eden Wilder’ın amacı binanın en
üstüne tırmanmak ve savaşın henüz ulaşmadığı, refahın üst düzeyde olduğu
bölgelerde yaşamak. Bunun için önüne çıkan tüm engelleri aşan Wilder,
ilerlediği bu kutsal yolda attığı her adımı mübah görmektedir. Bunun sonucunda
oldukça korkunç şeyler yapan Wilder’ın öyküsü bir yandan devam ederken,
binadaki hiyerarşi düzeninin de allak bullak olması karakterler arasındaki tüm
dengeleri sarsacak boyutlara ulaşacaktır. Tıpkı yaşadığımız dünyadaki gibi bir
sistemin işlediği bu dev yapıda da bir süre sonra alt sınıflar isyan edecek ve
üst sınıfların koltukları sallanmaya başlayacaktır.
Gökdelen yaşamı artık hiç olmadığı kadar tehlikeli bir hale
bürünmüş olmasına rağmen, içinde yaşayanların onu terk etmemesi, aksine sıkı
sıkıya sarılması da yine ilginç bir tezatlık örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Ballard bu kısımla birlikte, geleceğin insanlarının dışarıdaki hayattan
tamamıyla kopacağını ve koridorlarında kelimenin tam anlamıyla amansız bir
savaşın hakim olduğu gökdelende kalmanın, dışarıdaki dünyadan daha güvenli
olduğuna körü körüne inanacaklarını ifade ediyor. Her şeye rağmen, bu beton
yığınının içinde kalmanın ölüm anlamına geldiğini bildikleri halde, buradan
ayrılmak istemeyen insanlığın zaten çoktan ölmüş olduğunu görmekteyiz. Zira
çözümü doğada aramayı unutan bir insan doğal olarak insan olduğunu da
unutmuştur, diyor Ballard.
Gökdelen’de okurlarına adeta bir edebiyat resitali sunan
Ballard, şiddetin dozunu artırmaktan hiç çekinmiyor. Betonlaşmaya karşı
olduğunu bildiğimiz Ballard bir modern dünya alegorisi sunuyor ve düşlediği
distopik geleceğin çok da uzak olmadığı konusunda bizleri bilinçlendirmeyi
amaçlıyor.
“Şiddet artık tamamen stilize bir hal almış, arada sırada patlak veren soğuk ve rastlantısal bir saldırganlığa dönüşmüştü. Gökdelendeki hayat dış dünyaya benzemeye başlamıştı; kibarlıkların ardında aynı acımasızlık ve saldırganlık gizliydi.”
Ballard’ın tam 41 yıl önce kaleme aldığı bu romanın, 21.
yüzyıl insanını anlatmadığını kim inkar edebilir? Tüm gerçekleri bir kez daha
yüzümüze vurmayı başaran yazarın bu önemli eserinin kocaman bir uyarı niteliği
taşımadığını kim söyleyebilir peki? Kimse. Ballard’ın bu yönüyle modern dünyaya
açılan bir kahin olduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerek.
Hayatınızın sadece gökdelenden ibaret olduğu bir dünya
şimdilik sadece Ballardvari bir senaryo olarak görünebilir. Ama unutmayın ki
günümüzün modern şehirlerinde insanlar bu gibi gökdelen ve plazalarda yaşamaya
daha çok rağbet gösteriyorlar. Günün birinde dünyanın böyle bir çıkmaza
sürüklenmesi işten bile değil.
“İnsanlar artık yarınlarını hiç düşünmüyorlardı sanki.” -J.G.
Ballard
Bu inceleme daha önce Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır. Oradan okumak için tıklayabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder