Neil Gaiman'ın en sevdiğim kitabı hakkında hazırlamış olduğum incelemeyi Kayıp Rıhtım üzerinden okumak isteyenleri
şuraya alayım.
"Çocukluk anıları bazen sonradan yaşananların altında kalıp silikleşir; yetişkinlerin dolabının dibinde unutulan oyuncaklar gibidirler ama asla sonsuza kadar kaybolmazlar."
Gaiman o güzel hayal dünyasında ürettiği masalları bizlere anlatmaya devam ediyor. Dilimize çevrilen son kitabı Yolun Sonundaki Okyanus ile Türk okurlar olarak bu şerefe bir kez daha nail olabiliyoruz. Çevirmene ve İthaki Yayınları'na teşekkür ederek kitap hakkında söylenmesi gerekenlere geçiyorum.
Kitapta o kadar sıcak, o kadar samimi bir anlatım var ki,
bir çırpıda bitiyor zaten ve bitirdiğinizde neden bu kadar kısaydı diye
yakınmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Okurken bu kitap Gaiman'ın olamayacak
kadar hüzünlü diyebiliyorsunuz. Ama hemen ardından da, bu cümleler Gaiman'dan
başkasına ait olamayacak kadar güzel diyorsunuz. Gaiman bu yahu. Sıra dışı bir
adam işte. Kabullenelim artık bu gerçeği.
"Elle tutulur bir şeylerden korkuyorsanız, korkunuzun kaynağı görebildiğiniz bir şeyse, işiniz her şeye dönüşebilen yaratıklarla baş etmekten çok daha kolaydır."
Şöyle bir baktığımızda, kitapta yer alan her karakterin
korktuğu bir şeyler var. Korku unsuru gayet doğal ve sıradan bir şeymiş gibi
anlatılmış kitapta. Herkesin mutlaka korktuğu bir şeyler vardır sonucunu
çıkarmamız için çabalamış Gaiman. Böyle bir sonuç çıkaracağımızı öngördüğü için
de, bu savına ek olarak şunu söylüyor: "Korkularınızın üzerine
gidin!"
Bu, kitapta herhangi bir cümle içinde kullanılmıyor tabii ki.
Her okur, okuduğu şeyden farklı anlamlar çıkarmakta özgürdür, öyle değil mi?
Benim de bu kitaptan çıkardığım sonuçlardan biri de budur. Bazı şeylerden
korkabiliriz, evet, ama bu onları yenemeyeceğiz anlamına gelmez.
Elbette okuduğumuz, izlediğimiz, yaşadığımız olaylardan bir
sonuç çıkarmak gibi zorunluluğumuz yok. Bu tamamıyla kişisel bir durum. Bazı
insanlar okur/izler/yaşar ve geçer ama bazıları düşünerek okur, anlayarak
izler, hissederek yaşar. Bunları yapabilen kişiler, daha sonra bir sonuç
çıkarırlar bu şeylerden. Düşünerek ve not alarak okumam sonucunda ben de
naçizane birkaç sonuç çıkarmış bulunuyorum.
İşte onlardan bir diğeri ise şudur: "Anılar yaşanmış ve
bitmiştir. O anlar asla geri gelmez. Sadece hatırlanırlar. Ve bu da kişiye acı verir."
"Canlıların sorunu bu. Uzun süre dayanamıyorlar. Bir gün yavrular,
ertesi gün yaşlı. Sonra anılara karışıyorlar. Anılar silikleşiyor,
birbirine karışıyor ve kaybolup gidiyor..."
Anılar. Anılar hayatlarımızı şekillendirmeye yarayan en
önemli unsurlardan biridir. Anılar yaşanmıştır. Anılar gerçektir. Anılar
hayatımızın ta kendisidir. Geçmişte kalmış olmaları bir şeyi değiştirmez. Onlar
zihnimizdedirler. Hatırlamak istediğimizde bir düşünce bulutuna atlamak ve
onun, bizi geçmişe götürmesini istemek yeterli olacaktır. Yaşadığımız her şey
bir yerlerde saklıdır ve onları bulup çıkarmaksa bizim elimizdedir.
İşte bu kadar basittir geçmişin tozlu sayfalarında
hatırlanmayı bekleyen anıları bulup gün yüzüne çıkarmak. Asıl zor olan kısım
ise bundan sonra başlar.
Anılar çok ağırdırlar. Onları tekrar hatırlama riskine
girmek, gerçekler altında ezilmeyi göze alabilmek demektir. İşte bunu her insan
yapamaz. Her ne kadar mutlu bir anı olsa dahi, onu hatırlamak canımızı
yakabilir. Kötü bir anının canımızı yakma katsayısından bahsetmiyorum bile.
Özetle; anılar iyidir, güzeldir, acıdır ve acıtır
.
Neden anılardan söz ettiğime gelecek olursak eğer. Neil Gaiman, Yolun Sonundaki Okyanus adlı bu kitabında, ana karakterimizi (onun bir adı yok, yani en azından kitapta yer almıyor, bu yüzden yazımın sonuna dek "karakter" olarak bahsetmem pek tabii mümkün) geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarıp, yedi yaşındaki anına sürükleyip, anıları bir bir gün yüzüne çıkarıyor. Gaiman da bunu yaparken anıların acıttığının farkında. Bu doğrultuda yazılmış zaten kitap.
"Hiçbir şey aynı kalmaz. İster bir saniye olsun, ister
yüz yıl. Her şey devinir, dönüşür, değişir. İnsanlar da okyanuslar kadar
değişkendir."
Karakterimizin sırlarla dolu geçmişine yelken açıp çocukluğunda takılı kalıyoruz. Annesinin cenazesi için memleketine dönen bir adam karşılıyor bizi kitabın henüz başında. Cenaze ortamından ve insanlardan sıkılınca soluğu çocukluğunun geçtiği yerde alıyor. Eskiden evlerinin olduğu kısma bakıp hüzünleniyor. Ardından yolun sonuna sürüyor arabasını, Hempstocklar'ın çiftliğine. Orada geçirdiği birkaç dakikanın ardından Lettie'nin ısrarla okyanus olduğunu iddia ettiği göle doğru yürüyor. Kırmızı kiremitli çiftlik evinin arkasındaki küçük (gölün) okyanusun kıyısında bulunan rengi atmış yeşil banka oturuyor. Başlıyor düşünmeye. Anılar yakasını bırakmıyor. Geçmiş, gözlerinin önünden bir sinema filmi gibi geçip gidiyor.
O küçük banka
oturuyor karakterimiz ve yedi yaşına gidiyor. Doğum gününe kimsenin gelmemiş olduğunu, Tüylü
adında bir kedisinin olduğunu ve sonra kedinin madende çalışan bir adam
tarafından arabayla ezilerek öldürülüşünü, onun yerine Canavar adındaki başka
bir kedi getirmesini öğreniyoruz. Ama yeni kediyi hiçbir zaman sevmez. Eskisini özler. O, çocukluk anılarını bir bir paylaşırken, bizi de zaman
zaman kendi dünyasına çekiyor.
"Gerçeklik dediğim şey, içi korkunç kâbuslar ve felaketlerle dolu kasvetli bir doğum günü pastasının üstündeki ince krema tabakasıydı."
Kitabın geneline bakacak olursam, hüzünlü bir
anlatım olduğunu söyleyebilirim. Kasvetli bir hava hakim yani. O hava, daha ilk
sayfadan kendisini belli ederek, okura empoze ediliyor. Gaiman'ın bu kitabı, bu
yönüyle diğerlerinden ayrılarak kendine daha farklı bir kulvarda yer buluyor.
Hem zaten Gaiman bu kitap için şöyle diyor: "Anansi
Çocukları'ndan sonra yazdığım ilk yetişkin kitabı." Charlie ve Örümcek'in
hikayesi bile "yetişkinlik" baz alındığında Yolun Sonundaki
Okyanus'tan bir basamak aşağıda kalır.
Uzunca bir hikaye aslında Yolun Sonundaki Okyanus, ama kısa
roman demek de pek tabii mümkün. Neil Gaiman'ın hedefi zaten kısa bir hikaye
yazmakmış sonra hızını alamamış ve bir novella yazdığını fark etmiş ama
durmamış, biraz daha yazmış ve sonra bu kısa roman ortaya çıkmış. Kitabın yazılış öyküsü
kısaca budur.
Son sayfayı da okuyup kitabın kapağını kapattıktan sonra
hüzünlü bir gülümseyiş oluştu yüzümde. Buruk bir mutluluk. Sebebini tam olarak
bilmiyorum fakat bu olasılık dışı hikayeyi okurken hep gerçek olduğunu
düşlediğim için olabilir, yine de emin değilim.
Biraz daha uzun olsaydı bu kısa romancık, hem karakterlerle
daha fazla vakit geçirmiş olurduk hem de onlar hakkında daha fazla bilgi edinebilirdik. Gaiman, hikayenin gizemli bir şekilde başlayıp, gizemli bir şekilde
devam edip, gizemli bir şekilde de bitmesini istemiş olacak ki, böyle karar
vermiş. Saygı duymak gerek. Bu kadarına da şükretmeli ve yetinmesini bilmeliyiz
aslında.
Hemen araya şu bilgiyi de sıkıştırmak istiyorum: Yolun Sonundaki Okyanus'u birkaç yıl içerisinde Tom Hanks yönetmenliğinde beyazperdede izleyebileceğiz. Kişisel fikrim şöyle Tim Burtonvari kasvetli fakat kasvetli olduğu kadar da eğlenceli bir filmle karşı karşıya olabileceğimiz yönünde. İşin arkasında Tom Hanks gibi bir ustanın da oluşu, Gaiman okurlarını bir hayli heyecanlandırıyor elbette.
Son Söz:
Bu kitabı Neil Gaiman tarzına aşina olmayanların beğenmeyebileceğini,
Gaiman okumaya kesinlikle bu kitaptan başlanılmaması gerektiğini, önceki kitaplarından (Mezarlık Kitabı ve
Yokyer gayet uygun) birini veya birkaçını okuduktan sonra Yolun Sonundaki
Okyanus'u okumaları gerektiğini hatırlatmakta yarar var.
Bilmiyorum, belki o anki ruh
halimle alakalıdır ama gerçekten çok etkilendim ben. Belki de anılarımın
ağırlığından ve onları taşıyamayacak konumda olmamdan kaynaklanıyordur.
Neil Gaiman güzeldir yahu.
Okuyunuz.