30 Eylül 2013 Pazartesi

Alçı - Emre Kalcı





İlk defa okuduğum Emre Kalcı'ya Alçı kitabıyla başladım. Kısa bir kitap. Hatta dolu sayfa yok desem yeridir. Her sayfada ya bir cümle ya da bir paragraf karşılıyor okuru. Yazılanlar ne hakkında diyecek olursanız eğer; aşk ve yalnızlık. Gayet güzel işlemiş bu iki konuyu kısa yazılarında. Dilini sevdim ve sıkılmadan okudum. Hemen bir diğer kitabına geçiyorum yazarın: Sessiz Düet, Silahsız Düello.

Alıntılar:

"Aşk aynı yazıldığı gibi; sesli başlıyor, sessiz bitiyor."

"Herkes her şeye hazır, herkes ne istediğinin farkında, herkesin adımları sağlam ve herkes kendi hayatının en büyük doğrusu..."

"Aşk benden çok biliyormuş hayatı."

"Herkesin kendi sözcükleri var anlatmaya yetmeyen ve herkesin kendi öyküsü var anlatmakla bitmeyen... Ya seninki hangisi? Aynı başlayan hikayenin sendeki sonu hangisi? Bendeki ...derin, ...yırtılmış su sesi..."

"Tamam ama biz daha büyük seviyoruz!"

"İçinden sen geçen şiire, bir hece bile değilim bu gece... Beni anlamıyorsun, canın yanmadan ya da can yakmadan aşkı öğrenemezsin, sen bunu da anlamıyorsun."

"Tren aynı yere gidiyor sevgilim, ön vagondan arka vagona geçmek neyi değiştirir ki artık..."

"Hayatta aşık olmaktan daha büyük intihar var mı?"

"Hiçbir işaret kalmadı artık, sadece kırık bir şiiri aklımda tutmaya çalışıyorum, sorarlarsa anlatayım diye..."

"Biraz daha fazla hayal, biraz daha fazla düşlemek... Ne dersin?"

"Patlayan balona değil, nefesime kızmayı öğrendim..."

"Hikayelerle kendi silahımı yarattım; kendi suratımı, kendi kalbimi dağıttım..."

"Beni kimse oyunlarına almıyor artık çünkü hepsinin saklandığı yeri ezberledim... Artık iki elim var ve tek büyük oyunum..."

"Ben sadece kişisel aşk tarihlerimizde gün gelip 'onlar ayrıldılar' yazacak olsa bile, 'onlar birbirlerini çok sevdiler' de yazsın istedim..."

"Yaptığım en doğru şey, en büyük yanlışımdı benim; yanlış insanları hep doğru aşkla sevdim..."

"Ve ateşin üzerinden atlarken, ayağım kendi düşüme takıldı."

"Dudağın kederidir söz ve sözün kaderidir susmak."

"Hikayemi büyük yapan şey benim olmasıymış...  Kimse seni umursamıyormuş sevgilim, benden başka kimse senden yüzyılın en güzel aşığı olmanı beklemiyormuş..."

"Bazen bir aşkta koca bir hayatı öğreniyor insan."

"Ben burada iyiyim ve seni hiç özlemedim. İmza, senin yalancı sevgilin... Nokta."

"Gözyaşımı silmedim, telefon kartım bitene kadar sustum..."

"Bende hala işe yarayan tek şey, insanların olur olmaz her yere çizdikleri ve içine de baş harflerini koymayı ihmal etmedikleri o malum şekilden ibaret... Hepsi bu, öyküm de bu..."

14 Eylül 2013 Cumartesi

Dexter İlk 2 Sezon



Nihayet Dexter'a başlayabildim, başlamakla da kalmayıp 2 sezon bitirdim hatta. Başlamak için bu kadar geç kalmış olmama hayıflanmamla birlikte bir yandan da sevindim. Şöyle ki, 2 bölüm sonra Dexter efsanesi sona eriyor. Dizi şu an 8.sezonunda ve yeni bölüm bekleme derdim olmadan rahatlıkla tüm bölümleri peş peşe izleyebilirim.

Daha ilk bölümlerde dizinin kalitesi anlaşılıyor zaten, buna kimsenin itirazı yok. Duygulardan yoksun, tek kişilik dünyasında yaşamak için öldürmeye ihtiyaç duyan azılı bir katil Dexter. Aynı zamanda çok zeki bir kişiliğe de sahip. Zaten zekası sayesinde bu yaşına kadar gelebilmeyi başarmış ve tabii ki bir de üvey babası Harry. Dizi zaman zaman flashbacklerle bizi Dexter'ın karanlık geçmişine götürüyor. Orada Dexter'ın yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Dexter'ı oynayan Michael C. Hall'un olağanüstü oyunculuğunu izlerken diziye epey kaptırıyoruz kendimizi. Bir süre sonra Dexter'ın neden hayatta kalmak için öldürdüğünü ve onları ne için öldürdüğünü öğreniyoruz. Bu durum izleyicileri bir hayli rahatlatıyor. Niye mi? Çünkü Dexter asla yanlış kişiyi öldürmüyor. Hak edenleri öldürüyor. Kanunun elinden bir şekilde kaçmayı başaranlar kendilerini Dexter'ın ölüm masasında buluyorlar. Eğer olur da bir gün kendinizi o masada bulursanız, sessiz olun, ölümü kabullenin, Dexter masumları öldürmez!

1.sezonda Miami cinayet departmanı insanları dondurduktan sonra öldüren "Ice Truck Killer" lakaplı katili arıyor. Ummadık taş baş yarar misali katil hiç beklenmedik biri çıkıyor. Bu başta Dexter'ın kardeşi Debra olmak üzere herkesi şoke ededursun Dexter'ın geçmişi de bir bir gün yüzüne çıkıyor.

Dexter'ın sevgilisi Rita'dan bahsetmek gerekirse eğer, gerçekten çok tatlı bir kadın fakat onun da kendine göre sorunları var. Kocasının hapisten çıkmasıyla birlikte Dexter'la olan ilişkileri sıkıntılı bir sürece giriyor. Neyse ki sorunlar bir şekilde çözülüyor ve hayat normal akışına geri dönüyor. Bölümlerde gerilim havası üst düzey. İlk sezonun finali ise gerçekten çok etkileyici. Baş karakterimiz Dexter'ı derinden sarsıyor yaşadığı olay. Fakat duyguları olmamasının avantajını yaşıyor.

2.sezonda ise Dexter'ın başı büyük bir dertte. Denizin dibinde bir sürü poşet bulunur. Poşetlerin içerinde de Dexter'ın öldürdüğü insanlar vardır. Sıradan bir adli tıp memuru görünümündeki Dexter'ın tüm karanlık sırları açığa çıkmak üzeredir. Bir an önce bir şeyler yapmalıdır. Çünkü "Bay Harbor Butcher" olarak adlandırılan katil Dexter'ın ta kendisidir.

Bu süreçte Dexter'ı birçok zorluk bekliyor. FBI ajanları katili bir an önce bulmak amacıyla Miami'ye akın ediyorlar. Dexter ise iki kadın arasında gidip geliyor. Uzun zamandır sevgilisi olan Rita ve hiç beklenmedik bir şekilde karşısına çıkan Lila. Lila Dexter'ın karanlık tarafını görüp onu bu şekilde de kabul edeceğini belirtse de Dexter Rita'dan vazgeçemiyor. Ama bir süre sonra Lila istediğini elde ediyor ve Dexter'ı kendisine hapsediyor. Tam burada Lila'ya bir parantez açmak gerekiyor. Jaime Murray'nin canlandırdığı karaktere hayran olmamak elde değil. En azından kendi hayranlığımı belirtmek istiyorum.

2.sezon finali beni daha çok etkiledi açıkçası. Departmanın Çavuş'u James Doakes'un Dexter'ı sevmediğini herkes bilir. 2.sezondaki en önemli rollerden birinde Doakes. Hem Lila'nın hem de Doakes'un yaşadığı sonlar beni üzdü. Özellikle Lila. Son olarak diğer çalışanlardan da bahsetmek gerek. Dexter'ın kardeşi Debra, İspanyol Angel Batista ve Japon Vince Masuka. Debra ve Dexter'ın atışmalarını sevsem de Masuka'nın diziye daha çok renk kattığı da bir gerçek.

O halde 3.sezondan devam.



4 Eylül 2013 Çarşamba

Gökyüzüne Düşen Kız - A. Orçun Can

Kayıp Rıhtım'da sıkça adını duyduğumuz ve Rüyagezer'in Günlüğü adlı kısa filmle tanıdığımız A. Orçun Can'dan çocuklar için bir kitap: Gökyüzüne Düşen Kız.

Okurken çok eğlendiğimi itiraf etmeliyim. Buraya tıklayarak kitap hakkındaki inceleme yazıma ulaşabilirsiniz.


"Ya her şey tersine dönerse!"

“Bir gün zıplarken, gökyüzüne düşerseniz neler olur, hiç düşündünüz mü?” diye soruyor A. Orçun Can ilk kitabı olma özelliğini taşıyan Gökyüzüne Düşen Kız’da. Evet, bu bir ilk kitap ama elbette son değil. Devam kitaplarının geleceğini müjdeleyen yazar, başta kitabın hitap ettiği yaş kitlesi olmak üzere bizleri de yeni maceralarla sevindirecek.

Dilerseniz geleceği konuşmak için onun gelmesini bekleyelim ve bu arada konudan da sapmayarak kitap hakkında bir şeyler söyleyelim.

Öncelikle kitabın isminden başlamak istiyorum. “Gökyüzüne Düşen Kız”ı ilk duyduğumuzda bu durumun imkansız olduğu beliriverir hemen zihnimizde. Gökyüzüne düşmek deyimi oldukça ilginç, sıra dışı ve büyülü bir şeyler çağrıştırıyor çünkü. Bunun farkına varmak o kadar da zor olmuyor. Farkında olarak kitabı okumak da bir o kadar eğlenceli oluyor. Deyim yerindeyse biz de gökyüzüne düşüyoruz.

Nil’in hayatta sevdiği üç şey vardı: Koşmak, zıplamak ve düşmek… Galiba düşmeyi neden bu kadar sevdiğini kimse anlamayacaktı.

Kitabı okuyan veyahut henüz yeni başlayan hemen herkesin ortak fikri bunun bir “ilk kitap”a nazaran usta bir el tarafından yazılmış izlenimi vermesi olacak.

Can’ın betimlemeleri bizi bulunduğumuz yerden alıp gökyüzüne düşürecek. Bir başka deyişle; hayal gücüyle inşa etmiş olduğu, dünyamıza paralel bir evrenin ta derinlerine götürecek.

Hatta biz de tıpkı baş karakterimiz Nil gibi bir süre orada kalacağız. E bunun sebebi çok açık, kitaba kendimizi kaptırdık ve Nil ile birlikte gökyüzüne düştük. Ah, kahretsin, o kadar çok zıplamamalıydık trambolinde! Neyse, düştük bir kere. En azından yeryüzüne geri dönmenin bir yolunu bulana kadar bulunduğumuz yeri tanıyalım, öyle değil mi?

Kitapta bahsedilen gökyüzü aslında dünyanın yansıması. Yani bir paralel evren. Gökyüzünde yaşayan insanlar yeryüzündekilere oranla biraz farklılar. Her biri beyaz giysiler içerisinde ve saçları dahi beyaz. Bu yüzdendir ki, yanlışlıkla gökyüzüne düşen renkli kıyafetlere sahip Nil’e yabancı gözüyle bakmaktalar. İçlerinden bazıları Nil’i Gökyüzü Krallığı’nın kraliçesine dahi benzetir.

Bu durum, bulunduğu ortama yabancı olan Nil’i bir hayli şaşırtır. Neyse ki çok geçmeden Aksel adında bir arkadaş bulur. Aksel’in, yeryüzüne geri dönebilmesi için kendisine yardımcı olabileceğini umut eder. Ama nafile. O da yeryüzüne geri dönmenin bir yolunu bilmemektedir.


Aksel’le birlikte kısa soluklu birkaç macera yaşayan Nil, sirkte “Tulub” adında bir bulutla tanışır. Tulub, Nil ve Aksel’i, peşlerindeki kraliçe muhafızlarından korur ve kaçmalarına yardım eder. Ayrıca onlara çeşitli bilgiler vererek birkaç konu hakkında aydınlatır.

Bu şekilde gerçeğin farkına varan ikili yeryüzüne nasıl dönüleceğini bulur. Nil’in anneannesi ile birlikte gitmiş oldukları panayırdaki siyahlı adam dönüş biletidir. Çünkü bu siyah giysili adamdan aldıkları trambolin Nil’i gökyüzüne düşürmüştür. Artık yol haritası bellidir.

Nasıl ki her şeyin bir zıddı var, Siyah Adam’ın da bir zıddı olmalı; bir Beyaz Adam. Aksel ve Nil Beyaz Adam’ın peşine düşerler. Yaklaşmakta olan tehlikeye rağmen onu bulabilecekler mi dersiniz?

“Evrende her şeyin bir karşıtı vardır. Yani güzel varsa çirkin de var. Aşk varsa nefret de var. Büyük varsa küçük de var. İyi varsa kötü de var. Uzun ve kısa, cömert ve cimri, yaşam ve ölüm… Yeryüzü… Gökyüzü… Her şey.”

Gökyüzüne Düşen Kız’ı okurken ardı ardına maceralar yaşayacak, gökyüzüne düştüğünüzü hissedecek, Nil ve Aksel ile birlikte Gökyüzü Krallığı’nın kraliçesine hizmet eden muhafızlardan kaçacak, Ay’ı ziyaret edecek, yağmur, dolu ve kar gibi doğa olaylarının gökyüzündeki esrarengizliğine, onların yağışına tanıklık edecek, şemsiye kullanmanın yedi farklı yolunu öğrenecek, Beyaz Adam’ı bulmaya çalışacak ve yaşadığınız onca şeyin ardından bir an önce yeryüzüne, evinize dönmek isteyeceksiniz. Buna hiç şüpheniz olmasın.

Kitapta yer alan çizimlerin de bir hayli başarılı olduğunu söylemek mümkün. Hayalimdeki sahnelerin bire bir resimlendiğini görmek güzeldi. Kitabı okuyacak çocuklar içinse daha bir önem teşkil ediyor çizimler.

Ayrıca Aksel karakteriyle Küçük Prens’e bir gönderme yapıldığını düşünüyorum. Bir de kişisel fikrim olarak şunu belirtmeliyim: Bu kitaptan enfes bir animasyon çıkarılabilir. Hem çocuklar hem de yetişkinler için doyumsuz bir lezzet olur.

Evet, bu bir ilk kitap demiştik. Uzun bir yolculuğun oldukça başarılı bir ilk adımı. A. Orçun Can’ın kaleminden. Alın, okuyun, çocuklarınıza, kardeşlerinize de okutun, ki yeni yazarımızın kaleminden daha çok kitap okuyalım.

İyi okumalar!

Başka Öyküler - Bahadır İçel

Okuması zevkli bir öykü kitabıydı. Öyküler mi? Gayet başarılı. İncelemeye Rıhtım üzerinden ulaşmak isteyenler buraya tıklayabilirler.


“…2007 yılına geldiğimde ikinci kitabımı yayınlamamın verdiği cesaretle neden olmasın dedim kendi kendime ve ekranımın başına geçip ilk kısa öykümü yazdım. Yarım günümü almıştı ve sonraki günlerde üzerinden birkaç kez geçip düzeltmeler, eklemeler ve çıkarmalar yaptım. Bir kenara koydum ve birkaç haftalığına unutuverdim. Tekrar elime alıp baktığımda büyülenmiştim. Bu küçük sihirli şeyin elimden çıktığına ben de inanamıyordum. Bu benim ilk ‘resmi hikâyem’ dediğim hikâye, bu kitapta yer alıyor ancak hangisi olduğunu size söyleyecek değilim. Birazcık gizemi hoş görmenizi rica edeceğim ve tercihi sizin hayal gücünüze bırakacağım. Hikâyeler de buradan güç almıyor mu zaten? İskeleti bana ait ancak ayrıntıları tamamlayacak olan siz okuyucularsınız…”
-Bahadır İçel.

“Karanlığın Ötesinde”, “Lost: Nasıl?” adlı kitapların yazarı Bahadır İçel’in ilk öykü denemelerinin yer aldığı ilk öykü kitabı olma özelliğini taşıyor “Başka Öyküler”.

Televizyonundan başka dünyaları izleyebilen bir bekçi, efsanevi kuşun peşindeki yaşlı bir avcı, korkunç bir öykü tellalı, dağlarda teröristlerle çatışan yaralı bir asker, ilham perisiyle birlikte olan bir yazar ve ölmemek için inat eden bir Kızılderili…

Toplamda on öykü mevcut. Kitabın en sonunda yer alan “Öykülere Dair” adlı bölümde, öykülerin ortaya çıkış aşamalarına değinmiş İçel. Bu okurlar için güzel bir artı elbette. Bahadır İçel’in “ilk resmi öyküm” dediği öyküyü de okuyabilme şansına erişiyoruz. Peki hangi öykü bu? Bilmiyoruz. Yazar o öyküyü okurların bulmasından yana. Evet, öyküleri okurken Sherlock Holmes rolüne soyunabilirsiniz.

Yüzeysel bir şekilde öykülere değinmek gerekirse;

1.Sahibinden Kiralık Öyküler:

Kitabın ilk öyküsünde “özgün yazarlık” konusuna fantastik bir bakış açısı getirerek kalemini konuşturmuş İçel. Nereden geldiğini tam olarak kestiremediğimiz bir yaratığın, önce dünya üzerinde bu güne dek yazılmış olan tüm öykülerden haberdar olduğunu öğreniyoruz, daha sonra da yazar olmak isteyen kişilere özgün bir öykü hediye ettiğini. Öyle karşılıksız yapmıyor bu işi tabii ki. Bir özgün öykü karşılığında bir özgün öykü istiyor. İşte tüm derdi bu. Elbette bir müddet zaman tanıyor. O gün gelip çattığında da öyküyü almak için geri dönüyor. İlginç bir sonla noktalanıyor öykü ve son paragrafı da oldukça güzel.

“Yazmaya devam et ve yeteneğini kaybetme. Çok iyi yerlere geleceksin. Sen yazmaya devam ettiğin sürece seni tekrar ziyaret için bir sebebim olacağını sanmıyorum, seni okumak epey keyifli olacak. Unutma, canavarlar her zaman güzel hikayeleri severler.”

2.Günkuşu Ziyafeti:

Öyküyü okumaya başladığımızda aklımıza hemen bir önceki öykünün sonu geliyor. Bir konuda ufak bir düğümle bağlanıyor bu iki öykü birbirine. Fakat o ufak düğümü burada söyleyecek değilim. Henüz okumayanlar için sürpriz bozucu unsuz içerdiğinden, engel teşkil edebilir. Adından da anlaşılacağı üzere bir Günkuşu mevcut hikayede. Bu kuşun nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz ama. Gayet normal başlayan ve gayet sıradan bir şekilde devam eden hikaye, finalde fantastik bir sonuca bağlanıyor. Bu da okuru şaşırtmaya yetiyor.

3.Başka Gezegenden Görüntüler:

Orta yaşlarda bir adamın hayatının sıkıcılığına konuk oluyoruz bu öyküde. Evli ve kızı olan bir baba aynı zamanda. Bir tesisin gece bekçiliğini yapmakta. O sessiz gecelerde tek bir arkadaşa sahip; 37 ekran bir kutu. Gecenin sessizliğini içine çeken ve yalnızlığını gideren tek unsurdur bu televizyon. Bir gün kanal arama işlemi sırasında değişik görüntülerle karşılaşıyor, Dunevari. (Bir şeyler çağrıştırdı mı?) O görüntülerin bu dünyadan olmadığına o kadar emin ki, merak ettiği halde zaman zaman bakamadığı ve kanalı değiştirdiği oluyor. Betimlemelerden anlaşılacağı üzere bu gezegenin Mars olabilme ihtimali bir hayli yüksek. Bu öyküden her sonu beklerdim ama yazarın dönüp dolaşıp konuyu televizyonun toplum üzerindeki etkisine getireceğini hiç düşünmezdim. Oldukça hoş bir sondu. Ha bir de öykünün bazı kısımlarında, bazı kesimlere eleştiri de hakim.

4.Nüfus: Ruhuna El Fatiha (Population: R.I.P.):

Öykünün ilk paragrafını okuduğunuzda acıkmanız muhtemel. Ağzınızın sulanmaması için herhangi bir sebep yok. Ama konumuz yemekler değil neyse ki. Kitaptaki en kısa öykünün içeriğine değinelim şimdi. Aslında her şey yemek yemeyi dünya üzerindeki her şeyden çok seven bir adamın vasiyetinde, “beni öldükten sonra mutfağa gömün” demesiyle başlıyor. Daha sonra kimsenin tahmin dahi edemeyeceği bir hızla yayılmaya başlayan bu enteresan gömülme işlemi, toplumu etkisi altına alıyor. En ufak bir kıvılcımın ne denli hızlı yayılabileceğine dikkat çekmiş burada yazar. Gülümseyerek okudum.

5.Biricik İlham Perim ve Onun Tatlı Bekareti:

Yazarsınız ve geçiminizi yazarak kazanıyorsunuz. Yazmazsanız maddi sıkıntı çekeceğinizi biliyorsunuz. Fakat dönemsel bir tıkanıklığa girdiğinizin de farkındasınız. Her ne kadar bunun geçici bir durum olduğunu düşünseniz de, boş bir sayfaya bakarken buluyorsunuz kendinizi tüm yazma çabalarınızın ardından. Sonra ne mi oluyor? Kapınız çalıyor. Kim mi gelmiş? İlham periniz. Niye mi gelmiş? Adı üstünde ilham perisi işte. Daha sonra kendinizi ilham perinizle sevişirken buluyorsunuz. Onun büyülü güzelliğinin vermiş olduğu güçle tekrar eskisi gibi yazabiliyorsunuz. İşte böyle bir öykü Biricik İlham Perim ve Onun Tatlı Bekareti. Fazlası da var.


6.Kuştepe Lisesi Öyküleri:

Gizemli birinin daveti üzerine giriyoruz Kuştepe Lisesi’ne. Sonra o gizemli şahsın kendi ağzından, eskiden burada yaşanmış olan birkaç olayı öğreniyoruz. Okulun koridorlarında gezerken dikkatli olmamız gerektiği konusunda da bir uyarı alıyoruz. Sonra da üzücü bir gerçekle yüzleştiriyor bizi gizemli karakterimiz. Ve ürkmüş bir halde ayrılıyoruz Kuştepe Lisesi’nden. Üzülerek bir de.

7.O Dağlarda Bir Yerlerde Şeytanlar Dolaşıyor Olmalı:

Doğunun o bilindik kara kışlarından birinde, bir askerin gözünden dünyaya bakma fırsatı buluyoruz bu öyküde. Askerlik bir meslek değildir, görevdir bilincindeyiz elbette. O askerin duygularını biz de tadıyoruz öykü boyunca. Okurken üşüyoruz hatta. Görev her ne kadar vatanı korumak olsa da, bir hiç uğruna öldüklerini anlıyoruz aslında. Ülke bütünlüğünü bozmak isteyenlerin oyununa geliyoruz her defasında. Ha evet, ne demiştik? O dağlarda bir yerlerde şeytanlar olduğunu bilerek bir askerin zor anlarına tanıklık ediyoruz. “Yalnızca bazen ortak paydamızın insanlık olduğunu hatırlamamız gerektiğini düşünerek yazdım,” diyor bu öykü için İçel, kitapta yer alan öykülerin çıkış noktalarını okuduğumuz “Öykülere Dair” adlı son bölümde.

8.İnsanoğullarının Son Düşü:

Sanırım kitapta en beğendiğim öyküydü. Evet evet, kesinlikle öyleydi. Hep vahşi bir ırk olarak bilinir genellikle kızılderililer. (Aslında kızılderili demek de bir nevi ırkçılık anlamına geliyormuş, yakın zamanda okuduğum bir kaynakta öyle yazıyordu. Ama tam emin değilim yine de, emin olana dek kullanayım bari.) Oysa ki öyle bir halk olmadıklarını bilmemiz gerek. Asıl vahşi olan bizleriz aslında. Zamanında Amerika kıtasına göç eden insanlardır aslı vahşi olanlar. İnsanları anavatanlarından attığımız yetmiyormuş gibi, bir de onları aşağılamaya kalkıyoruz. Bunlara hiç gerek yok. Akıl sahibi, bilinçli insanlar olarak hata yaptığımızın farkına varmak ve en kısa zamandan o yanlış yoldan dönmemiz gerek. Öyküye dönecek olursak eğer, Amerika’nın yerlileri üzerine yazılmış bir efsane aslında. Bir başka deyişle; katlettiğimiz insanlara ait bir efsane.

9.Melekler De Ölür:

Var olduklarını bildiğimiz fakat betimleyemediğimiz canlılar üzerine kurulu bir öykü bu. Melekler. Evet, birçoğumuz meleklerin varlığına inanırız ama iş tarif etmeye geldi mi tıkanıp kalır, işin içinden çıkamayız. Yazar da böyle düşünmüş olacak ki, bu konu hakkında da hayal gücü çarkını çevirmiş. Meleklerin tam olarak neler yaptıklarını, kişiliklerini, düşünce tarzlarını okura nakşetmiş. Öykünün sonuna da ilginç bir sır saklamış. Kendine has düşüncesiyle melekleri betimlemiş.

10.Kedi:

Kitaptaki öyküler arasında bilimkurgu öğeleri barındıran tek öyküydü Kedi. Ve en sevdiğim 2. öykü oldu. Bir Asimov öyküsü okuyorum zannettim ilk başta. İlginç bir konu ve başarılı bir son. Aynı zamanda kitabın da onuncu ve son öyküsü.

Başta da bahsettiğim üzere, öykülerin nasıl öyküleştiğine dair yazar tarafından kaleme alınan kısa birkaç sayfalık bölümü de okuduktan sonra kitabımız sonlanıyor ve damağımızda başka öyküler okumanın tadı kalıyor.

Bahadır İçel’den henüz okumamış olanlara bir de uyarı var:

“Başka Öyküler”i okumadan önce iki kez düşünün çünkü ömür boyu yüreğinize kök salıp sizi bir daha geri dönemeyeceğiniz karanlık ve sürprizlerle dolu bir diyarın derinliklerine çekebilirler.

Kitap, Altın Bilek Yayınları etiketiyle raflarda.

Öykü severlere önerilir.

Odd ve Ayaz Devleri - Neil Gaiman

Gaiman bu kitabı İngiltere'de düzenlenen Dünya Kitap Günü için yazmış. E okumamak olmazdı tabii. Sitedeki incelemeyi gene aynen buraya aktarıyorum. Rıhtım üzerinden okumak isteyenleri şöyle alayım.



"Bilge kişiler ne zaman susacaklarını bilirler. Sadece ahmaklar bildikleri her şeyi başkalarına anlatırlar." 
-Neil Gaiman.

Ve yine bir Gaiman kitabıyla karşınızdayım. 

Bu seferki diğerlerinden biraz farklı. Şöyle ki; hitap ettiği yaş kitlesi çocukları işaret ediyor. Ama bu durum, biz Gaiman okurlarının bu kitabı okumayacağı anlamına gelmiyor. Zira biz sürekli, "Gaiman bir şeyler yazsa da okusak" havalarındayız. Hal böyle olunca, kitabın hitap ettiği yaş kitlesine bakmaksızın alıveriyoruz Odd ve Ayaz Devleri'ni kitapçımızdan. Ve sonra okuyoruz tabii, yüzümüzde bir gülümseme eşliğinde hem de.

Neil Gaiman'ın İngiltere'de düzenlenen Dünya Kitap Günü için yazdığı, her yaştan okuyucunun sıkılmadan bir çırpıda okuyacağını düşündüğüm İskandinav mitolojisiyle bezeli masalsı bir roman Odd ve Ayaz Devleri. Gaiman yine zekice kurgulamış ve ortaya eğlenceli ve sevimli bir şeyler çıkarmış elbette. Oldukça büyülü bir yolculuğa çıkıyoruz. Peri masalı kıvamında.

Tam bu esnada aklımıza Tolkien'in Roverandom ve Tehlikeli Diyardan Öyküler'i gelebilir. En az onlar kadar başarılı Odd ve Ayaz Devleri de. Gaiman yazacak da kötü olacak? Hiç sanmıyorum.

Hikayemizin baş kahramanı bir çocuk. Tıpkı kitabın hitap ettiği kategorinin çocuk olduğu gibi. Klasik bir çocuk kitabı demek mümkün olabilirdi pek tabii, yazar Neil Gaiman olmasaydı.

Odd iyi niyetli ve zeki bir çocuk aslında. Fakat aynı zamanda şanssızdır da. Babasını bir deniz yolculuğu sırasında gerçekleşen kazada kaybetmiştir. Babası öldükten sonra annesi başka bir adamla evlenmiştir. Ve evlendiği adamın da yedi çocuğunun olması, Odd'u iyice geri plana itmiştir. O çocuklarla anlaşamadığından mı, yoksa yapacak daha iyi bir iş bulamadığından mı bilinmez, sürekli ormanda gezintiye çıkıyor Odd. Ayrıca yaşadığı kasaba uzun zamandır kış mevsiminin etkisi altındadır. Halk çaresiz bir durumdadır lakin bir an önce baharın gelmesini ummaktan başka yapabilecekleri herhangi bir şey bulunmamaktadır.

Yine bir gün, babasının ağaç keserken kullandığı baltayı da yanına alarak ormana doğru yola çıkar. Ve yine talihsiz bir olay kapısını çalar Odd’un. Hatta çalmaktan ziyade palas pandıras girer demek daha doğru olur, zira Odd ayağını sakatlar. O günden sonra da hep sekerek gezecektir ne yazık ki. Odd’un şanssız bir çocuk olduğunu söylemiştim.

Bir balta ustası olan babası ölmeden önce, toplamış olduğu odunlarla korulukta ahşap bir kulübe inşa etmiştir. Ormana geldiği her vakit soluğu bu kulübede alır Odd. Kendini bu kulübede hiç olmadığı kadar özgür, mutlu ve huzurlu hisseder. Çünkü hala babasının kokusunu alabiliyordur.

Buraya kadar anlatılanlara bakıp Odd’u karamsar bir çocuk olarak hayal etmeyin. Tam tersi bir durum söz konusu aslında. Odd hiçbir zaman gülümsemeyi ihmal etmez. Hatta kendine özgü, karşısındaki kişiyi sinir edecek denli bir gülümsemeye sahiptir.

Ve maceramız başlıyor. Kemerlerinizi sıkı bağlamanıza gerek yok. Çünkü Harry Potter gibi uzun soluklu bir serüvene atılmıyoruz. Gayet mütevazı ve oldukça kısa bir serüven bizimkisi.


Sıradan bir günde kulübede gözlerini açan Odd’un tüm geceyi burada geçirdiğini anlaması uzun sürmüyor. Üşümüş olduğunu ve annesinin de kendisini merak edeceğini hissederek eve gitmek üzere kulübeden ayrılıyor. Dışarı çıktığı sırada bir tilki beliriveriyor karşısında. Neden sonra tilkinin kendisine zarar vermeyeceğini anlayarak onu takip etmeye başlıyor. Yolda bir de kartal katılıyor bu mini kafileye. Ardından bir ayı çıkıyor karşısına. Ağaca sıkışmış, yardıma ihtiyacı olan bir ayı. Ayıyı sıkıştığı yerden kurtaran Odd geldiği yoldan geri dönüyor ve evine doğru ilerlemeye başlıyor.

Ama bu davetsiz misafirlerin Odd’un peşini bırakmak gibi bir niyetleri bulunmamaktadır. Odd’a anlatacakları bir hikâyeleri vardır. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu üç hayvanın Odin, Thor ve Loki olduğunu öğreniyoruz. Evet evet, İskandinav mitolojisindeki Tanrılar bunlar.

Odd, bu hayvanlarla karşılaştıktan sonra kendini hayal edebileceğinden çok daha tuhaf -ve aynı zamanda beklenmedik- bir maceranın içinde bulur.

Tilkinin anlattığı hikâyeden yola çıkarak Ayaz Devleri’nin Loki’nin zaafı yüzünden Thor’un çekicini ve Tanrılar şehri Asgard’ı ele geçirmesini ve ardından bu üç Tanrıyı da hayvana çevirmesini öğrenmiş oluyoruz. Artık yapılacak tek bir şey vardır, o da; Tanrıların şehri Asgard’ı gerçek sahiplerine teslim etmek. Yani ayı, tilki ve kartala. Bir başka deyişle; Odin, Thor ve Loki’ye. İlginç kafilemizin rotası hazırdır ve yolculuk başlar.

Asgard’a girmenin tek bir yolu vardır. Durum biraz umutsuz gözükse de, tam bu esnada Gaiman’ın hayal gücü giriyor devreye. Sonra Gaiman’ı bir kez daha seviyorsunuz ve bu sıradışı ekiple devam ediyorsunuz yolculuğa.

Ayı, tilki ve kartal çeşitli kavramların metaforları olarak karşımıza çıkıyor aynı zamanda. Kartal bilgeliği, tilki kurnazlığı ve ayı da gücü temsil ediyor. Okurken bunu anlamak çok da zor olmuyor.

Ustaca bir kurgu oyunuyla birlikte güzel bir sonuca bağlanıyor “Odd ve Ayaz Devleri”.

Ayrıca Brett Helquist’in birbirinden güzel ve sevimli illüstrasyonları da hikâyeye ayrı bir hava katıyor.

Kitabı okurken yazarın bir başka kitabı “Coraline” da zihnimizde bize zaman zaman göz kırpıyor. Anlatım olarak benzer bir üslup hâkim çünkü. Fakat “Coraline”ın yeri ayrıdır.

Kitap birkaç ay önce İthaki Yayınları tarafından, Emine Ayhan çevirisiyle satışa sunuldu. Yayına hazırlığını ise Şeyda İşler ve Nurcan Başer yapıyor.

Son olarak şunu da söylemekte yarar var. Bu kanlı bir Viking destanının aksine eğlenceli bir masal.

Tadını çıkarın.