4 Mayıs 2016 Çarşamba

Bir Modern Dünya Alegorisi: Gökdelen


“Gökdelen onlara karşı elinden geleni ardına koymamakta kararlı olan dev, agresif bir canlıydı sanki.”



Daha önce Arion Yayınları’ndan (1 adet) ve Ayrıntı Yayınları’ndan (11 adet) kitapları çıkan James Graham Ballard’ın Sel Yayınları etiketiyle yayımlanan ilk kitabı olma özelliğini taşıyor Gökdelen. Orijinal adı High Rise olan ve 1975 yılında kaleme alınan eser, Ballard’ın yurtdışında en sevilen yapıtları arasında yer alıyor. Geç de olsa, bizler de 2012 yılında Dost Körpe çevirisiyle bu eseri ülkemizde de görme fırsatına eriştik. Eserin çeviri ve editörlük anlamında gayet başarılı olduğu söylenebilir.

Ballard okumuş olanlar bilirler. Kendisinin nevi şahsına münhasır bir tarzı vardır ve her ne kadar yazdığı birçok şey bilimkurgu sınırları içine girse de, aktif bilimkurgu okurlarının pek de tercih etmediği bir yazardır. Asimov, Clarke, Heinlein, Dick gibi yazarları büyük bir iştahla okuyanlar, Ballard’a gelindiğinde aynı tadı alamaz ve hatta onu bilimkurgu yazarı olarak bile gör(e)mezler. Ballard’ın yazdığı roman ve öyküler çok ağırdır çünkü. Korkutucudur. Kimilerine göre ise, bilim tabanından yoksun kurmaca metinler. Ve bu da onu bilimkurgunun farklı bir basamağına oturtmaya yetmiştir.

Bilimkurguda New Wave (Yeni Dalga) akımının da öncülerinden olan Ballard, her zaman dış uzayı reddetmiş ve iç uzaya odaklanmıştır. Uzay gemilerini, gezegenleri ve son model teknolojik gelişmeleri elinin tersiyle itmiş ve hemen bütün yapıtlarında insanın kendisine odaklanmıştır. Zira Ballard için en önemli şey insandır. Hayattaki her şey karşısında insanın vereceği tepkiler önemlidir. İnsan doğası ve psikolojisinin evreleri onun odak noktasıdır. Yazdığı 100’den fazla öyküde, 20’ye yakın romanda bu hep böyle olmuştur. Bu yönüyle öteki bilimkurgu yazarlarından ayrılan Ballard, Polonyalı bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem’e çok daha yakındır diyebiliriz. Her ne kadar Lem bilimkurgunun tüm malzemelerini cömertçe kullansa da, onun yapıtlarının da merkezinde her daim insan olmuştur.

“Mutluluk verici bir ilkel hayata doğru topluca gittiğimizi sanmak hata olur.”


Ballard’ın birçok yapıtı gibi Gökdelen de bilimkurgusal bir distopyadır. Bu anlatısında da okurlarına iyi şeyler söylemiyor ne yazık ki ama zaten aktif Ballard okurları, kitapları bunun bilincinde olarak okudukları için, bir nevi karamsar senaryolara alışkınlar. İlk defa okuyanlar ise bu sert kurgular karşısında bir alışma evresi geçirmek zorundalar.

Her gün gözümüzün önünde olan ve bizim için sadece ifade ettiği anlamı taşıyan şeyleri Ballard alır ve ustaca işler. Ortaya ise ürkütücü şeyler çıkar. İşte bu kitap da tam olarak bu kurala uyuyor.

Ballard’ın “gökdelen”i, büyük şehirlerde yaşayan herkes için artık normalleşmiş olan büyük binalardan aslında çok da farklı değildir. Başlangıçta o da normal bir binayı temsil etmektedir ama daha büyük, daha kalabalık ve daha kapitalist.


“Uzun asansör boşluklarında inip çıkan asansörler, bir kalbi çalıştıran pistonlar gibiydiler. Koridorlarda yürüyen bina sakinleri bir atardamar ağındaki hücrelerdiler, dairelerindeki ışıklarsa bir beynin nöronlarıydı.”


İnsanlara her istediğini veren bir gökdelen düşünün. Eviniz, işiniz, yaşamsal ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız dükkanlar, sosyal aktivitelerinizi özgürce gerçekleştirebileceğiniz alanlar ve hatta daha fazlası, her şey bu gökdelenin içinde. Çok mecbur kalmadıkça gökdelen dışına dahi çıkmıyorsunuz. Yeterince korkutucu mu? Ballard’ın yarattığı karakterler için hiç de değil.

Ballard’ın geleceğe dair öngördüğü unsurlardan biri hiç şüphesiz öteki romanlarında da zaman zaman değindiği betonlaşma konusu. Giderek artan betonarme yapılar ve yükselen şehir nüfuslarını modern insanın en büyük kabusu olarak gören Ballard, dev bir gökdelen içinde yaşayan ve yalnızca belli şeylere odaklanarak robotlaşan insanları resmetmiş Gökdelen’de.

Kitapta anlatılan bu dev binanın mimarı Anthony Royal, orta sınıfa ait bir doktor olarak hayatını idame ettiren Robert Laing ve aşağı sınıfın lideri ve aynı zamanda bir televizyon programcısı Richard Wilder romanın etrafından döndüğü üç ana karakter olarak öne çıkıyorlar. Kendi içlerinde çetin bir savaş veren bu üçlünün hayatlarına konuk oluyoruz sırayla ve bu sayede de gökdelen yaşamının henüz ilk zamanlarının sakinliğinin tadını çıkarıyoruz. Eğer okuduğunuz kitap Ballard’a aitse, bu sakinliğin çok sürmeyeceğini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Ve beklenen oluyor da: Gökdelen yaşamının sakin ve huzurlu günleri çok sürmüyor, giderek artan şiddet, romanın sonunda doruk noktasına ulaşıyor.


Bu son teknoloji harikası olduğu söylenen gökdelende yaşayan insanlar bir müddet sonra vahşileşmeye başlayacak ve ilkelliğe doğru giden bir süreç de durmamacasına devam edecektir. Herkesin mutlu olarak işine gidip geldiği günlerin yerini savaş cepheleri, yağmalar, çatışmalar ve ölümler alacaktır. Modern insanın günün birinde tekrar özüne, ilkelliğe döneceğini söyleyen Ballard bu düşüncesinde son derece ciddi.

“Gökdelen sakinleri ışıkları söndürülmüş bir hayvanat bahçesinde bir arada yatan yaratıklar gibiydiler; arada sırada kısa süreliğine birbirlerine vahşice saldırıyorlardı.”


Kitapta alt sınıfı temsil eden Wilder’ın amacı binanın en üstüne tırmanmak ve savaşın henüz ulaşmadığı, refahın üst düzeyde olduğu bölgelerde yaşamak. Bunun için önüne çıkan tüm engelleri aşan Wilder, ilerlediği bu kutsal yolda attığı her adımı mübah görmektedir. Bunun sonucunda oldukça korkunç şeyler yapan Wilder’ın öyküsü bir yandan devam ederken, binadaki hiyerarşi düzeninin de allak bullak olması karakterler arasındaki tüm dengeleri sarsacak boyutlara ulaşacaktır. Tıpkı yaşadığımız dünyadaki gibi bir sistemin işlediği bu dev yapıda da bir süre sonra alt sınıflar isyan edecek ve üst sınıfların koltukları sallanmaya başlayacaktır.

Gökdelen yaşamı artık hiç olmadığı kadar tehlikeli bir hale bürünmüş olmasına rağmen, içinde yaşayanların onu terk etmemesi, aksine sıkı sıkıya sarılması da yine ilginç bir tezatlık örneği olarak karşımıza çıkıyor. Ballard bu kısımla birlikte, geleceğin insanlarının dışarıdaki hayattan tamamıyla kopacağını ve koridorlarında kelimenin tam anlamıyla amansız bir savaşın hakim olduğu gökdelende kalmanın, dışarıdaki dünyadan daha güvenli olduğuna körü körüne inanacaklarını ifade ediyor. Her şeye rağmen, bu beton yığınının içinde kalmanın ölüm anlamına geldiğini bildikleri halde, buradan ayrılmak istemeyen insanlığın zaten çoktan ölmüş olduğunu görmekteyiz. Zira çözümü doğada aramayı unutan bir insan doğal olarak insan olduğunu da unutmuştur, diyor Ballard.

Gökdelen’de okurlarına adeta bir edebiyat resitali sunan Ballard, şiddetin dozunu artırmaktan hiç çekinmiyor. Betonlaşmaya karşı olduğunu bildiğimiz Ballard bir modern dünya alegorisi sunuyor ve düşlediği distopik geleceğin çok da uzak olmadığı konusunda bizleri bilinçlendirmeyi amaçlıyor.

“Şiddet artık tamamen stilize bir hal almış, arada sırada patlak veren soğuk ve rastlantısal bir saldırganlığa dönüşmüştü. Gökdelendeki hayat dış dünyaya benzemeye başlamıştı; kibarlıkların ardında aynı acımasızlık ve saldırganlık gizliydi.”


Ballard’ın tam 41 yıl önce kaleme aldığı bu romanın, 21. yüzyıl insanını anlatmadığını kim inkar edebilir? Tüm gerçekleri bir kez daha yüzümüze vurmayı başaran yazarın bu önemli eserinin kocaman bir uyarı niteliği taşımadığını kim söyleyebilir peki? Kimse. Ballard’ın bu yönüyle modern dünyaya açılan bir kahin olduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerek.

Hayatınızın sadece gökdelenden ibaret olduğu bir dünya şimdilik sadece Ballardvari bir senaryo olarak görünebilir. Ama unutmayın ki günümüzün modern şehirlerinde insanlar bu gibi gökdelen ve plazalarda yaşamaya daha çok rağbet gösteriyorlar. Günün birinde dünyanın böyle bir çıkmaza sürüklenmesi işten bile değil.

“İnsanlar artık yarınlarını hiç düşünmüyorlardı sanki.” -J.G. Ballard


Bu inceleme daha önce Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır. Oradan okumak için tıklayabilirsiniz.