25 Nisan 2014 Cuma

Death Note (İlk 10 Bölüm)



Küçüklükten kalma Pokemon, Digimon ve Yu-Gi-Oh anılarım vardı ve anime kültürüm de bunlardan ibaretti. Tabii o zamanlar biz bunları çizgi film olarak biliyorduk, anime olarak değil. Çocukluk işte.

Geçenlerde Pokemon'u özlediğimi fark ettim, şöyle bir çocukluğuma gidip geldim. Bir çocuğun kendini Pikachu sanıp camdan atlamasından sonra yasaklanmıştı ülkemizde bu yapım ve o gün bugündür Pokemon izlememiştim ben de. Evet, gerçekten uzun bir zaman dilimi geçmiş. Bir neslin "çizgi filmi" Pokemon talihsiz bir şekilde yayından kaldırılmış ve o nesil çocuklar olarak bizler de (bayağı duygusal oldu yalnız) sevgilimizden ayrı büyümüştük.

Her neyse. Konumuz Pokemon değil.

Pokemon'u izlemeye niyetlenmiştim ki, hiç ilgim olmayan bir konu olan animelere ilgi duymaya başladım bu ara. Ve izlemişken de en iyisini izleyeyim dedim ve Death Note izlemeye karar verdim. Belki de en iyi değildir ama araştırmalarım sonucunda en iyilerinden biri olduğuna karar verdim. Bunda birkaç kişinin önerilerinin en başında Death Note olmasının da büyük bir payı var tabii. Onlara da teşekkür ediyorum.

İlk on bölümü izledim geçtiğimiz günlerde ve gerçekten hayran kaldım. Müthiş bir senaryo var ve her bölümde üzerine koyarak ilerliyor. Büyük bir keyifle izliyorum ve izledikçe de izleyesim geliyor, merak uyandırıcı bir yapıya sahip.

Daha ilk bölüme başlarken introdaki şarkıyla beni kendine bağladı bu anime ve devamında bölüm içerisinde çalan müzikler ve finaldeki şarkı ile de iyiden iyiye unutulmazlarım arasına girmeyi başardı şimdiden. Müzikler çok başarılı.

Kira davası oldukça gerilimli ve L adlı dedektif ise gerçekten çok zeki. İlk başlarda Light çok saf diye düşünüyordum, bir sürü hata yaptı çünkü ama sonra o da toparladı ve böylece L ile Yagami Light kapışması da başlamış oldu. İkisinin de karşılıklı zeka dolu hamlelerini izlemek çok hoş.

Birkaç yerde yazılan yorumları okurken feci bir spoiler yedim, biraz hevesim kaçar gibi oldu ama yine de devamını izlemek istiyorum ve izleyeceğim.

Bitirdiğimde de yine bir şeyler karalarım.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları - Doğu Yücel


Sayfa sınırlaması olmayan herhangi bir öykü kitabı okuyanlara, 15 puan! (Okuma Şenliği Bahar 2014)

Genel Değerlendirme: Doğu Yücel, yazın hayatındaki bu ilk öykü kitabıyla, çok da sıradışı olmayan bir dille orjinal fikirlerin adamı olduğunu belli etmiş oluyor. Orjinal fikirlerin ardından ortaya çıkan öyküler de biz okurlara son derece keyifli anlar yaşatıyor.

Kitapta on bir adet öykü bulunuyor ve istinasız her öyküde bir şeylere gönderme, bazı şeylere de dokundurmalar mevcut. Böyle söyleyince anlamsız oldu biraz, o halde şöyle açayım: Bazı öykülerde varoluş, dinler ve Tanrı ile ilgili görüşler mevcut. Yücel'i yakından takip edenler bu konulara bakış açısından da haberdardırlar mutlaka. Bunun haricinde her öyküde popüler kültür örnekleri mevcut. Yazarın müzik, edebiyat ve sinemaya olan ilgisi sonucunda birçok film, kitap, yazar, şarkı isimleri ve müzik grupları adına rastlamak mümkün. Bir de bariz bir şekilde Stephen King hayranlığı belli olmakta. Ve bunun gibi şeyler.

Kitapta sevmediğim öykü olmadı, bu yüzden, Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları'nın son derece başarılı bir öykü kitabı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öykülere de yüzeysel bir şekilde tek tek değindim:

Rüya Çocuk: Açılışı sağlam bir öyküyle yapmış Doğu Yücel. Daha ilk öykü bu kadar iyiyken, kalan öyküler hakkında beklentim yükseldi bu sebeple. Çok sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınmış bu öykünün finali okuru şaşırtacak cinsten. Her gün rüya görüp annesine "unuttum" diyen bir çocuğun, günün birinde rüyasında kendini görmesi sonucunda durum ilginç bir hal alıyor.

Bariyer: Stephen Kingvari bir korku öyküsü "Bariyer". Aslında öykünün henüz başındayken, korku filmlerini ti'ye alan bir öykü olduğunu düşünmüştüm. Yücel ustaca bir hamleyle bu düşünceden vazgeçiriyor ve soğuk duş etkisi yaratan birkaç bölüm okuyoruz. Otopark, otoparkta bulunan 666 adet araba, sadece pahalı arabaları parçalayan bir bariyer, "Hristiyanca" ve "Müslümanca" şeytan kovma yöntemleri ve hastalıklı bir hayal gücünün yol açtığı, hastalıklı bir ruh hali. Yer yer eğlenceli olmasına rağmen, ürkütücü bir öykü.

"Sivri kazıklar vampirler için neyse, gerçek de çoğunlukla hayal gücü için, odur." -Stephen King.

Tiyatrodaki Hayat: Tiyatrodaki Hayat, Doğu Yücel'in tiyatrocu babası Erkan Yücel'in etkileyici yaşam öyküsüne davet ediyor bizi. Türkiye'nin önde gelen tiyatrocularından biri olan Erkan Yücel'in usta oyunculuğunu, Uğur Önçağ karakter vasıtasıyla sunuyor bizlere Doğu Yücel. Hayatını tiyatroya adadığını, tiyatrodan güç alarak yaşadığını ve oynadığı karakterler ile ruhunu ustaca takas edişini öğreniyoruz. Bu duygusal öykünün sonu ise enfesti. Damakta hoş bir tat bıraktı ve böylesine güçlü bir tiyatro oyuncusunu canlı izleyemeyecek olmak üzdü biraz da.

"Bazı hayalperestlerin hayallerini sadece bazı hayalperestler gerçekleştirebiliyor."

"Belki de ölümsüzlüğün sırrı; bugün dünyada bıraktıklarımızın ölümümüzden sonraki hayatlarımızı etkileyebilmesinde yatıyor."

Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı: Kitaptaki bilimkurgu öykülerden ilki. Yorb adındaki bir uzaylı günün birinde dünyayı ziyaret eder. Neyorik gezegeninden gelen Yorb, bir televizyon programında kanser ve AIDS gibi hastalıkların çözümlerini söyleyerek insanları iki büyük dertten kurtarır. Bu olayın ardından Yorb dünyada şöhret olur tüm insanlar ona inanmaya başlarlar ve sözlerini can kulağıyla dinlerler. Bunlar haricinde çok önemli bir şeyi daha açıklayacağını söyler Yorb, bu da ölümsüzlüğün sırrıdır. Herkes ekranlarının başında Yorb'un ağzından çıkacak olan kelimeli bekler.

Hayalperest: Bir hayalperest anlatılıyor bu öyküde. Hayalperestliğin ne zaman başladığı, kurduğu bazı hayaller ve hayalperestliğin ölümü. Öykü hayalperest okurlar için daha bir önem taşıyor.

"Yetişkinlerin eğlence dedikleri saçmalıkların hepsi çocukken yaşadıkları zevkleri tekrar yaşayabileceğini umutsuzca düşlemelerinden kaynaklanır.Hiçbir zaman çocukluklarındaki kadar eğlenemezler ve bunun altında ezilerek, kompleks içinde eğleniyor rolü yaparlar. Çocuklar ise eğlence için ne arabaya, ne içkiye ne de sigaraya ihtiyaç duyarlar, patlak bir top bile onlara yeter."

"Hayalleri gerçekleştirebilecek yeteneğim varsa bile bunun ne önemi var hayalsiz bir bedende? Varın bana hayalperest deyin. Hayallerin söndüğü bir dünyada bir hayalperest yaşayamaz."

"Mutsuz bir adama güzel anılar bile acı verir."

İlahi Düello: Gizemli bir şekilde açılıyor öykü ve okuru ölen bir adamın düşünceleriyle baş başa bırakıyor. Öldüğü yerde Tanrı'yla karşılaşan anlatıcı, hayatını Tanrı'ya anlatmaya başlıyor. Finali de dahil olmak üzere bazı kısımlarda gerçek anlamda kahkaha attırıyor.

Büyük Aşklar küçük harfler Yazılır: Öykünün ismi bana daha farklı şeyler çağrıştırmıştı. Bu yüzden, Tanrı ve evrenin başrolde olduğu bir öykü okumak şaşırttı. Zamazingo adlı, evrenin en büyük uzay gemisi ve aynı zamanda en büyük fotoğraf makinesi olan araç, günün birinde evrenin fotoğraflarını çekiyor. Gazete yayımlanan bu fotoğraflardaki çok önemli bir detayı ise küçük bir çocuk fark ediyor. Bu olaydan sonra ise evrende birçok değişiklik meydana geliyor.

"Aşık olan her Kurşun Asker kırılır, her King Kong ölürmüş. Aşkın bulaştığı her masal mutsuz bitermiş."

Ölü Sevgiliye Mektup: Ünlü yazar Bram Stoker'ın kült romanı Dracula'nın ana kahramanı Kont Dracula, ölü sevgilisi Elizabeth'e bir mektup yazıyor. Oldukça etkileyici bir mektup bu.

"Ölümden sonra söylenen aşk cennete akar, cehennemde olsan bile bulur seni, ölümcül alevlerin içinde serinletir ruhunu."

Binbir Gündüz Masalı: Dünyadan sıkılan ve uyumamayı tercih eden insanoğlu, bu grevine uzun süre devam eder. Tanrı bu duruma daha fazla dayanamaz ve HERŞEYİÖĞRENEN meleğinden olayı öğrenmesini ister. Sorun öğrenildiğinde ise bu sefer Tanrı HERŞEYİBİLEN adlı meleğini gönderir ve insanoğluna bir hikaye anlatmasını tembihler. Bu hikaye, Kertler ve Loklar'ın hikayesidir. Yer yer komik, okuması keyifli.

Aşk, Şeytan ve ÖYS Üçgeninde Bir Faust: Günümüzdeki adı YGS-LYS olan sınava hazırlanan Serdar, tembel bir öğrencidir ve hayal aleminde gezmeyi sever. Dershanede sürekli en başarısız sınıfta yer alır ve daha yukarısı için çalışsa dahi gerçekleştiremeyeceğini düşünür. Fakat günün birinde gördüğü rüya, dinlediği şarkı ve dershanedeki -kendi deyimiyle- "inek" bir kız arasında bağ kurulur. Serdar o andan sonra Aşkın adlı bu kıza aşık olduğunu fark eder. Belli bir süre içerisinde hayatındaki bazı şeyler değişecektir. Sonuyla şaşırtan bir öykü oldu, devamını merak ettirecek türden.

Hayalet Gemi'nin 14 Delisi: Kitabın on birinci ve son öyküsü "Hayalet Gemi'nin 14 Delisi". 47 sayfalık uzun bir distopik öykü. 5.Dünya Savaşı'nın patlak verdiği, teknolojinin son demlerinde olduğu, dünya nüfusunun hızla azaldığı ve kıtaların birer birer sulara gömüldüğü bir gelecek tasviriyle selamlıyor bizi Doğu Yücel. Tüm dünyanın umudu kesilmişken, 14 deli, "Hayalet" adını verdikleri gemiyle bir yolculuğa çıkıyor, yanlarında bir de öykünün anlatıcısı bulunuyor. Ufacık bir umuda tutunan bu deliler (aslında dahiler) tayfası denizler ve okyanuslarda araştırmalar yapıyor. "Umut" kavramını eşeleyen ve insanlığımızı sorgulatan güzel bir öyküydü. En sevdiğim bu oldu hatta. Kitap adına da iyi bir kapanış oldu.

"Umut, hele günümüzde, kötü bir şey; umut insanı boğabilir."

18 Nisan 2014 Cuma

Dexter (5.Sezon)

Henüz izlemeyenleri üzebilecek bilgiler içermektedir. (Yazı iki ay önce yazılmıştır.)

Önceki sezonlara oranla 5.sezonu daha kısa bir süre içerisinde bitirdim. Bunda konunun sürükleyici olmasının yanı sıra, izlemek için bolca vaktimin olmasının da etkisi var tabii.

Geride kalan dört sezona da umutla başlamıştım lakin 5.sezon için bu durum geçerli değildi. Koskoca diziyi yarıladığım esnada gerçekleşen olay, beni dizinin geleceği konusunda karamsarlaştırmıştı. Rita'nın ölümünden bahsettiğimi tahmin etmişsinizdir. Rita'sız Dexter eksik kalacak gibi gelmişti bana. Hem karakter bazında, hem de dizi.

Senaristler ben ve benim gibi düşünen birçok dizi hayranını şaşırtacak bir senaryo hazırlamışlar 5.sezona. Rita'yı tamamen unutmamızı sağlayamasalar da, Lumen adlı karakterle buna çok yaklaştıklarını itiraf etmeliyim.

Daha ilk bölümden itibaren Dexter'a musallat olan bu bağyan, sezon finaline dek büyük bir aşama kaydetti ve bir anda onu izlemekten çok keyif aldığımı fark ettim. Özellikle Dexter'la çok iyi bir ikili oldular ve birbirlerine de oldukça yakıştılar.

5.sezonun ağırlıklı konusu "Varildeki Kızlar Davası"ydı. Dexter, üstün iz sürme yeteneği sayesinde sorumlu kişiyi bulup masasına yatırıyor. Boyd Fowler adlı bu adamı tam öldürdüğü esnada bir kadının kendisini gözlediğini fark ediyor. Bu kadın, 5.sezonda çok önemli bir rolü olan Lumen.

Bir süre sonra bu olayın tek sorumlusunun Fowler olmadığı, ona yardım eden dört kişi daha olduğu ortaya çıkıyor. Lumen'in de yardımlarıyla bu adamları tek tek tespit eden Dexter, hem öldürme arzusunu yerine getirerek kendisini tatmin ediyor, hem de Lumen'in intikamını almış oluyor. Çünkü Lumen diğer on iki kadın gibi öldürülmedi, o on üçüncü kadın ve Dexter sayesinde tekrar eski hayatına dönebildi.

Ama durum böylesine basit bir şekilde ilerlemiyor elbette. Dexter'ın çok daha önemli dertleri var.

Rita'nın ölümünden sonra yaşadıkları evden ayrılan Dexter ve çocuklar, Debra'nın evine sığınırlar. Astor'ın bitmek bilmeyen ergen davranışları Dexter'ı çileden çıkarsa da, bunun için kökten bir çözüm bulamaz. Astor, annesinin ölümü için Dexter'ı suçlamaktadır. Cody ise aksine Dexter'ı her zamanki gibi çok sevmektedir.

Büyük bir karmaşanın içine sürüklenen Dexter'ı ise yine Astor kurtacaktır. Onu sevmediğini söyleyen Astor, artık anneannesi ve dedesinin yanında kalmayı tercih ediyor. Cody her ne kadar istemese de, Dexter'ın da söylediklerini düşünmesiyle birlikte, en doğru kararın ablasının yanında kalması olduğuna karar veriyor. Astor ve Cody'nin gidişiyle birlikte iyice yalnız kalan Dexter, Harrison'la baş başa kalıyor ve bu sayede de Dexter'ın ne kadar sevimli bir baba olduğunu görmüş oluyoruz.

Bir süre sonra Harrison'a bir bakıcı gerekiyor, Debra ve Dexter ikilisi bu konuda ince eleyip sık dokuyorlar ve sonunda Harrison'a göre bir dadı bulabiliyorlar.



Dexter'ın sorunları bunlarla da sınırlı değil üstelik.

Uzun zamandır gözleri Dexter'ın üzerinde olan ekip arkadaşı Quinn, Dexter'ı takip edeyim derken az kalsın işinden oluyordu. Bununla da akıllanmadı ve Stan Liddy adlı adamı Dexter'ın peşine taktı. Bu da son ve en büyük hatası oldu. Debra'yla bir ilişkiye yelken açması sonucu Dexter'a olan ilgisini kaybediyor Quinn, hem de Liddy'nin Dexter hakkındaki tüm gerçekleri ortaya çıkardığı bir anda. Her ne kadar Dexter'ın sırrı biz izleyicilerde saklı olsa da, ve onu çok sevsek de, Quinn'in durumuna da üzülmeden edemedim. Az kalsın Liddy cinayeti üzerine kalacaktı fakat bunu Dexter önledi. Quinn'in sonunun da 2.sezondaki James Doakes gibi olmasından korkmuştum hatta ama güzel bir şekilde sonuca bağlandı bu olay. Quinn artık Debra'ya aşık ve Dexter'a da büyük bir iyilik borcu olan adam.

Jordan Chase adlı adam bu beş kişilik katil grubunun sonda kalan üyesiydi. Kendisinin TV yıldızı olması sebebiyle tüm gözler onun üzerinde olduğundan, Dexter ve Lumen'in daha da dikkatli olmaları gerekiyordu. Neyse ki bu iş de halloldu ve sezon finalinde Jordan da ortadan kalktı. Fakat sezonun kırılma noktası da tam bu esnada yaşandı.

Debra gibi işine aşık bir dedektifin karşısındaki perdenin arkasında yer alan "yasa dışı kahramanlar"ı serbest bırakması olacak şey değildi. Seride beni en çok şaşırtan kısım bu sahne oldu. Biraz zorlama gibi miydi, yoksa normal bir davranış mıydı Debra'nınki, bilemeyeceğim...

5.sezon çok güzeldi evet, fakat sezon finalinde Lumen'in gidişi beni çok üzdü. Dexter'la birlikte ne de güzel olmuşlardı. Eğer Lumen kalsaydı 5.sezon en sevdiğim derdim fakat şimdi diyemeyeceğim. Yine de Lumen'in hatırına, sıralamamı şu şekilde yapacağım:

4 - 2 - 5 - 1 - 3

Varolmayanlar - Doğu Yücel


Haziran, 2013'te yazılmıştır.

Biraz sonra okuyacaklarınız samimiyetle ve ciddiyetle sabittir.

"Yazı yazmak kutsal bir eylemdir," diyen Doğu Yücel'den bir hayalperest manifesto.

"Artık bir birliğimiz var. Bir ismimiz yok, birçok ismimiz var. Hayalciler... Sıfırlar... Varolmayanlar... Yarım yamalaklar... Hayalperestler... Yoksayılanlar... Olmayanlar... Hiçler... Neden sıfırız? Neden hiçiz? Neden Varolmayanlar'ız?"

Sanırım yıllardır aradığım kitabı buldum. Birkaç aydır kütüphanemde okunmayı bekliyormuş meğer. Benden kitap önerisi isteyenlere, ilk önerdiklerim arasına bir kitap daha eklenmiş bulunmaktadır... Varolmayanlar.

Kitap "Kıyamet günlükleri bulundu" başlıklı esrarengiz bir haber metniyle başlıyor. Daha sonra bu haberin çıktığı "Milenyum Gazetesi" bizi bu günlükleri okumaya davet ediyor. Ve kendimizi bir anda "Genç bir işadamının günlüğü ve olağan olaylar serisi"ni okurken buluyoruz.

Karakterimiz –günlüğünü okumakta olduğumuz gizemli şahıs- zaman takıntısı olan biri. Her sabah müthiş bir koşuşturmacanın içine giriyor. Ve asla aynı anda ikiden az iş yapmıyor. Zaman onun için çok değerli, zaten hakkında öğrendiğimiz ilk şey de bu oluyor. Sayfaları çevirdikçe bu gizemli şahsın hayatının derinliklerine iniyoruz iyice. İsmi mi? İsmini bilmiyoruz.

Bir süre sonra aşağı yukarı hayatının bütün ince ayrıntılarını öğreniyoruz. Belli bir noktadan sonra ise “olağan olaylar serisi” yerini “olağanüstü olaylar serisi”ne bırakıyor.

Her şey baş karakterin bir rüya görmesiyle başlıyor. Sonra o rüyayı tekrar ve tekrar görüyor. Annesini, babasını ve eski sevgilisini (Ezgi) bir araya getiriyor bu rüya. Çareyi rüyayı kağıda dökmekte buluyor. Sonra rüya etkisini yitiriyor ve bir daha o rüyayı görmüyor.

Bir diğer önemli unsur ise, karakterimizin aynı zamanda sürekli günlük tutuyor olması. Günlük yazmasını ona babasının tembihlediğini öğreniyoruz. Ve çok sıra dışı bir durum daha söz konusu. Şiddetli migren nöbetleri geçiriyor bu adam. Bu nöbetleri nasıl yeniyor dersiniz? Yazarak! Yaşadıklarını düzenli bir şekilde günlüğe aktararak. Bu şekilde migren ağrısı diniyor. İlk başlarda buna kendisi de inanamıyor ama durum bundan ibaret.

Peki bu kitap hep böyle sıradan mı ilerliyor? Elbette hayır. Okumaya devam ettikçe olaylar çok daha ilginçleşmeye başlıyor ve biz de kitaba kaptırıyoruz kendimizi. Doğu Yücel titizlikle ördüğü kurguyu en ince ayrıntılarına dek aktarıyor bize. Enteresandır, o kadar uğraşmama rağmen tek bir açık dahi yakalayamadım!

Buradan sonra okuyacaklarınız kitabın sıradan tekdüzeliğinden çıkarak anormalleşme süreciyle ilgilidir.

Yine bir gün migren nöbeti tutuyor günlüklerin sahibini. Nöbeti yenmek için yazması gerekiyor. Evin içinde bakmadık yer kalmıyor ama kalemlerini bulamıyor. Son çare olarak babasının sürekli kullandığı en değerli kalemini alıyor. Kalemin özel bir yapım olduğunu öğrenmiş oluyoruz ek bilgi olarak. Sonra başlıyor o günkü günlüğünü yazmaya.

Sabah sevgilisi Aslı’yla yaşadığı bir olaya geliyor sıra. Mahalle arasında futbol oynayan çocuklardan birinin vurduğu top Aslı’nın kafasına gelmek üzereyken uçarak topu kurtardığı sahneyi yazıyor. Sonra gol yiyen takımın kalecisinin adını “Varol” diye hayal ediyor ve o şekilde günlüğüne aktarıyor. Neden Varol yazdığını kendisi de bilmiyor. Kalemin gücünden kudretinden mi bilinmez ama (kalem hakkındaki tüm gerçekleri ilerleyen bölümlerde öğreniyoruz) bir hikaye kurguluyor zihninde. Hikayenin adı “Varol’un Eldivenleri”. Hikayeye son noktayı koyduktan sonra da zaten başında herhangi bir ağrı kalmıyor.

Tabii ki her şey bu kadarla sınırlı değil. Ertesi günün gazetesinde yazmış olduğu bu öykünün aynen gerçekleşmiş olduğunu fark ediyor. İlk bakışta gözlerine inanamıyor, çok şaşırıyor. Yazdığı bir öykünün gerçekten yaşanıldığını öğrenen bir insanın vermesi gereken olağan reaksiyonları gösteriyor. Bir müddet sonra mecburen bu gerçeği kabulleniyor. Şimdi yapması gereken tek bir şey var; yeni bir öykü yazmak ve onun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine emin olmak.

Yazıyor da. Ve gerçekleşiyor da. “Geber İt” ve “Dişi Korsanın Esrarengiz Hikayesi” adlı öyküleri de bir bir gerçekleşiyor. Günlüklerin yazarı (hala bir adı yok evet) çıldırmanın eşiğine geliyor. Sonraki bölümlerde gelişen olayların ardından da aklının ucundan dahi geçmeyecek bir şeye tanıklık ediyor. Son derece sıra dışı ve esrarengiz bir topluluğun varlığından haberdar oluyor. “Varolmayanlar.”

Doğu Yücel, yaratmış olduğu karakterin ruh halini o kadar iyi yansıtıyor ki, kurgu bir an olsun sırıtmıyor. Sıradan bir insanın hayatının bir anda tepe taklak etmiyor, her şey zamanla ve sırayla. Günlüklerin yazarı Varolmayanlar topluluğuna giden yolda adım adım ilerlerken birçok yol ayrımı çıkıyor karşısına. Sorguluyor, her şeyi en ince ayrıntısına dek hem de.

Tabii bu durum okurlar için de geçerli. Biz de sorguluyoruz. Kitapta karşımıza çıkan her şeyi anında kabul edip, anlatılan her şeye inanıp okumaya devam etmiyoruz. Gizemli karakterimiz gibi biz de sürekli ikilem yaşıyoruz. Özellikle kitabın son kısımlarında bu durum bir hayli fazla. Yücel bizleri sık sık ters köşeye yatırıyor. Tam “hah, şimdi her şey açıklığa kavuştu” derken bir bakmışız gene yanılmışız.

Uzun yıllar üzerinde çalışılmış olduğu o kadar belli ki, Doğu Yücel bu kitabı 9 yıllık bir zaman periyodunda tamamlıyor bildiğiniz üzere. Ve buradan da şu sonuca varabilmemiz pek tabii mümkün: Bir kitap ne kadar uzun sürede yazılırsa, işte o kadar sağlam ve kusursuz olur.

Düşler Kabuslar ve Gelecek Masalları Doğu Yücel’in çıraklık eseri, Hayalet Kitap kalfalık, Varolmayanlar ise tam bir usta eli değmiş gibi!

Kitaplar bu sırayla okunursa eğer yazarın kaleminin ne kadar geliştiğine şahit olabilir okurlar. Varolmayanlar bir başyapıt. Diyelim ki Doğu Yücel birkaç kitap daha yazdı, yazsın, dört gözle bekliyoruz fakat hiçbiri bir Varolmayanlar olmayacak. Belki yazarın kendisi de bunun farkındadır. 3 kitapla Türk Edebiyatı’nda zirveye oynamak? Kolay değil. Büyük başarı.

Doğu Yücel okurları olarak tek bir konudan şikayetçiyiz biz aslında. Hayal gücüyle Stephen King ve Neil Gaiman gibi (benim gözümde Doğu Yücel Türkiye’nin Neil Gaiman’ıdır) dünyaca ünlü fantezi yazarlarına kafa tutabilecekken, neden bu kadar az eser verir ki insan? Biraz daha üretken olmasını istiyoruz. Biraz daha. Birazcık…

Böylesine bir hayal gücüne sahip insan yazmalı, sürekli yazmalı! Fantastik yazmalı, bilimkurgu yazmalı, korku türünde eserler de yazmalı, biliyoruz ki kendisi çok büyük bir Edgar Allan Poe fanı.

Kendisine naçizane bir tavsiyem de olacak. Müzik yazarlığı yapmasın demiyorum, hobi olarak gene yapsın, ama yeni kitaplar da yazsın. Müzikseverlerin ismini her hafta gördüğü gibi, kitapseverler de her yıl görsün.

Kitaptan alıntılar:

"...Çok büyük bir kanıt değildi belki. Ama beni ikna etmeye yetti. Zaten büyük bir kanıta ihtiyaç duymuyordum ki. İnanmak istediğim şeye inanmak için ufacık bir şey de yeterli olabilirdi. Ne yazdığımız, ne yaşadığımız değil, belki de neye inandığımız bizim gerçekliğimizi var ediyor. Kim neye ne kadar inanıyorsa, o o kadar gerçek çünkü herkes tek bir gerçeklikte değil, kendi gerçekliğinde yaşıyor. Ve orada, dileyen sihirli mızrağını fersahlar ötesine fırlatabilen tek gözlü ihtiyarlara; dileyen keçi ayaklı flüt çalan satirlere; dileyen dört kollu fil hortumlu tanrılara; dileyen şahin kafalı güneş ilahlarına; dileyen uçan spagetti canavarlarına; dileyen de tek başına duran, yalnız, suretsiz bir yaratıcıya inanabilir. Bu varoluşta, tüm varsayımların ötesinde herkesin en ufak şüphe duymadan inanabileceği tek şey kendisi değil mi? Geriye kalan her şey bir yalan, bir illüzyon, bir rüya olabileceğine göre, kendi gerçekliğini oluştururken bir insanın sadece kendi düşüncelerine kulak vermesi gerekmez mi?"

"Yazmak, şeytanlarımızı yenmekte bize yardımcı oluyor."

"Ama zamanla bu konuda kendimizi geliştirdik, izlediğimiz filmlerdeki öpüşmelere düşük not verir olduk."

"Ah şu kadınlar, hala porno koleksiyonumuzun video kasetlerden oluştuğunu sanıyorlar, mpeg'lerin, avi'lerin farkında değiller. (Allah'a şükür!)"

"Hayatın tekdüzeliğini yenelim."

"Küçük bir sıfır ne kadar büyürse büyüsün asla bire tamamlanamaz."

"Sıfır yörüngeye girdiği an hiçler yükselecek yoldaş."

"Çünkü hepimiz tek bir hayalin ortaklarıyız."

"Daha önce böyle değildi! Hiçbirimizin hayatı böyle değildi..."

"Bize tarih kitaplarında ilkel insanın zekadan ve ahlaktan yoksun kaba saba bir hayvan olduğu söylenir, ona 'mağara adamı' denir. Devletler ve yasalar olmadan medeni bir hayatın var olamayacağı dikte edilir hep. Sistem olmadan barbarlaşacağımıza dair bir korku yaratılır zihinlerde."

"Hayalgücü. Hayalgücüydü en baştan itibaren insanoğlunu diğer varlıklardan ayıran tek şey."

"İşin gerçeği şuydu ki;  insanoğlu hayalgücünü hayatı renklendirmek, günlerine macera katmak ve dünyayı şekillendirmek için kullanıyordu."

"İyilikle kötülüğün edebi savaşı aslında bizim onlarla savaşımızdır."

"Bir kanıt, bir kanıt, bir kanıta lunaparkım!"

"İnsanların çoğu artık hedefi başkalarınca belirlenmiş birer güdümlü füzedir. Sonunda patladıkları yer uçsuz bucaksız, kimsenin umrunda olmayan bir çöl tepesidir. Arkalarında birkaç parça kemikten başka bir şey kalmaz."

"Ne kadar çok kaçarsan, geri dönüp saldırmak için o kadar fazla gücün olur."

"Biz gerçekliği yeniden yazmak istiyoruz, deli saçması bir gelecek kurgulamak değil amacımız..."

"Kalemler kaybolmaz, gerçekçiler kalemleri toplarlar. Tükenmez kalemleri hemen tükenecek şekilde tasarlarlar. Kurşun kalemlerin uçlarını kırılacak şekilde imal ederler..."

"Kaybolan kalemler, silinen hayaller..."

"Din, hayal dünyalarının yüzüne kapatılan kapının kilididir."

En sevdiğimi en sona sakladım;

"Dünya kocaman bir hayvanat bahçesi olsa hiç ziyaretçisi olmazdı."

17 Nisan 2014 Perşembe

Albatros Süvarisi - Soner Canözer



Esen Kitap tarafından şahsıma gönderilen kitabı okuyup site için incelemem istenmişti. Ben de bir şeyler söyledim hakkında. İncelemeyi Rıhtım üzerinden okumak isteyen olursa şuraya tıklayabilir.

"Bence dünya var oldukça, iyi ile kötünün, zayıf ile güçlünün mücadelesi hep devam edecek. Bu yüzden iyiler ya da mazlumlar her zaman cesur olmak durumunda."
-Soner Canözer

Soner Canözer, müzisyenlik kariyerinin 20.yılını devirmek üzere olan bir sanatçı. Onu çoğunuz, Almora adındaki Senfonik Rock grubunun kurucusu olarak bilir, kısa süre öncesine kadar ben de öyle bilirdim. Fakat artık kendisi yazarlığa da soyunmuş bulunmakta. Albatros Süvarisi adlı fantastik kitabı geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı.

Kısaca Müzik Kariyeri

1994'te profesyonel müzik hayatına başlayan Soner Canözer, yurtiçi ve yurtdışında eş zamanlı olarak birçok başarıya imza attı. Albatros Süvarisi dahil olmak üzere toplamda 8 albüm ve 3 adet de single'ı mevcuttur. Bunlardan bazıları Meksika ve Japonya gibi ülkelerde de yayınlanmıştır.

Özgün bir müzik anlayışına sahip olan Canözer, giriştiği her yeni projede bir öncekinin üzerine koyarak ilerlemeyi başarmış ve bununla beraber de birçok platformda ülkemizi çok güzel bir şekilde temsil etmiştir. 2001 yılında Almora'yı kurduktan sonra belirli bir ivme kazanan başarısı, 2009'da kariyerinin 15.yılında Prag Flarmoni Orkestrası ortaklığı ile çıkardığı, "Masalcı'nın On Beş Yılı" adlı albümüyle doruk noktasına ulaşmıştır.

Bestelerini Türkiye'den Cem Adrian,  Hayko Cepkin, Umut Akyürek, Nazlı Deniz Boran, Özge Fişkin, Hakan Aysev gibi sanatçılar seslendirmiştir.

Müzik anlamında böylesine yetenekli sanatçılara ülke olarak gerçekten ihtiyacımız var sanıyorum. Bu ihtiyacımızın belirli bir kısmını gideren Soner Canözer'e de kendi adıma teşekkür etmiş olayım buradan.

"Kişinin inandığı şey, onu büyük bir savaşçıya da dönüştürebilir, bir zavallıya da."

Yazarlığa İlk Adım: Albatros Süvarisi

Canözer'i takip edenler, müzikleriyle bizlere bir şeyler anlatmak istediğini fark edeceklerdir. Sanki zihninde bir dünya kurmuş ve bunu yazarak değil de, müziklerle dışa vuruyormuş gibi hissetmemizi sağlıyor. Ama artık zihnindekilerin kağıda dökülme vakti gelmiş olacak ki, bu sefer sevenlerini bir kitapla selamlıyor: Albatros Süvarisi.

Masalsı bir atmosferin hakim olduğu fantastik bir dünya yaratmış Soner Canözer. Kitap eşliğinde müzikler de dinlenildiğinde, tadına doyum olmayan bir lezzet çıkıyor ortaya. Müzikler demişken, bilmeyenler için hemen bir parantez açalım. Kitapla aynı ada sahip senfonik bir albüme daha imza atmış Canözer. 9 adet şarkının bulunduğu bu albümü dinlerken kendinizi başka diyarlarda bulmanız işten bile değil. Unutmadan şunu da ekleyeyim hemen: Bu albüm, Türkiye'de bir ilk. Yani şöyle ki, bir kitap için bestelenen ilk albüm bu ülkemizde. Şaşırdık mı? Hayır. Çünkü Soner Canözer yapılmayanı yapmayı seven bir sanatçı.

"Adalet için çarpan yürekleri kimse yenemeyecektir." -Denizler Hanı.

Albümdeki besteler, Peter Illenyi yönetimindeki Avrupa'nın önemli ve önde gelen orkestralarından, Budapeşte Senfoni Orkestrası tarafından, Macar Radyo Stüdyoları'nda kaydedilmiştir. Albümde yer alan parçaların isimleri ise sırasıyla şöyledir: Denizler Hanı, Karayel, Kızıl Okyanus, Göç, Dokuzkanat, Albatros Süvarisi, Rüzgarbeyi, Düş Ören, Ak Ayas.

Albümün yanı sıra görsel anlamda da dolu bir kitap var önümüzde. Kitaptaki her bölümün başında, o bölümün önemli bir olayının resmedildiği şahane çizimler karşılıyor bizi. Çizimlerin sahibi ise Taylandlı ressam Chaichan Artwichai.

"...Aşırı güven, kibirden ileri gelir ve kibir denilen elbise ise zifiri karanlıktan dokunmuştur. O elbiseyi giren biri, onu üzerinden çıkarmadıkça gün ışığını ve dahi gerçeği göremez." -Kızıl Baykuş.

Şimdi biraz da kitabın içeriğinden bahsetmek gerek.

Denizlerle kaplı bir diyarda, Yıldızuykusu adındaki bir köyde başlıyor hikaye. İsminin Yıldızuykusu olmasının sebebi ise, gökyüzündeki yıldızların geceleri denize yansıyarak uyuyor hissi uyandırması.

Bu köyde, Günrüzgarı isimli kocasını denizde gerçekleşen bir fırtına yüzünden kaybeden Yıldızyeli adında bir kadın yaşamaktadır. Çocuğunu Alcalar'a (kitapta yer alan uçan fantastik yaratıklardan biri) kaptıran Yıldızyeli, kocasını ve çocuğunu kaybetmiş olmanın acısıyla yaşar çok uzun bir süre boyunca ve tek bir kere bile gülmez. Bir süre sonra oğlundan da ümidi keser fakat oğlu Albatros adlı bir kuş türü tarafından, vahşi Alcaların pençelerinden kurtarılır ve bu küçük bebek gençlik yıllarına dek Albatroslar'ın yanında yaşar. Günün birinde de "Albatros Süvarisi Gök" olup çıkar.

Gök'ün büyüme hikayesi kısaca budur. Annesinden ve köyünden uzakta, Albatroslar'ın yanında hayata tutunur Gök, en yakın arkadaşı ise Dokuzkanat isimli bir Albatros'tur. Zaman zaman Dokuzkanat ile gezintilere çıkan Gök, günün birinde Denizler Hanı'nın Gök Süvariler'i ile karşılaşır ve bu sayede Denizler Hanı ile de tanışmış olur. Hatta ilk defa bir ölümlü bu süvarilerin arasına kabul edilir, o da Gök'tür. İşte bu huzurlu ve yaşanması keyif veren günler kısa sürede yerini karanlık ve kasvetli bir havaya bırakacaktır. Alacakaranlık Beyi'nin açtığı savaş hem Gök Ülke'yi hem de Deniz Ülke'yi büyük bir yıkımın eşiğine getirecektir.

"Biz Gök Süvariler, intikam için değil adalet için savaşırız. Bir yaşamı değerli kılan gaye, öç değil adalettir." -Denizler Hanı.

Soner Canözer'in kitap boyunca vurguladığı en önemli şey ise adalet. Kısaca, kitabın temel noktası ve okura empoze edilmek istenen şey bu. Adaletin bulunmadığı bir yerde nasıl da düzenin alt üst olduğuna şahit oluyoruz. Adaletin, yaşamda değerli olan tek şey olduğunu söyleyen Canözer, kurguladığı dünyayı bunun üzerine inşa etmiş. Kitabı okuyup bitirdikten sonra, içerisinde bulunduğumuz bu kasvetli günlerde adalete ne denli ihtiyacımız olduğunun bir kez daha  farkına varıyoruz. Bu hususu bizlere böylesine tatlı bir macera eşliğind hatırlattığı için de Canözer'e bir kez daha teşekkür etmek gerekiyor.

"Albatros Süvarisi'ni iki yıl önce yazmaya başladığımda, aklımda bozkır kültüründen beslenen epik bir öykü oluşturmak vardı," diyor kitabın yazarı Soner Canözer ve devam ediyor: "Kendimi bildim bileli, destanlar ve masallar ilgimi çekmiştir. Bence masallar, söylenceler, destanlar ve mitoloji halk kültürünün en önemli öğeleridir. İnsanlar çağlar boyunca üstesinden gelemedikleri haksızlıkları, acıları, destanlar ve masallar yoluyla dile getirmiştir. İyilerin kazandığı bir dünya hayaline sığınmıştır insanoğlu. Bu şekilde düşüncelerine güç, yüreğine umut vermiştir. Ben de kitabı yazmaya başlarken bu çizgide bir hikaye üretmek ve bunu insanlarla paylaşmak isteğindeydim. Çünkü yaşadığımız toplum ve dönem, adaletsizliklerle dolu ve bu yüzden bu çağda da hala destanlara ve iyilerin kazandığı öykülere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum."

Yukarıdaki paragraftan da anlaşıldığı üzere, kitabın ortaya çıkış hikayesi kısaca budur. Okuduktan sonra yazarın bu düşüncelerini başarılı bir şekilde ortaya koyduğuna şahit olacaksınız.

Özetle: "Adalet" temasının başarılı bir şekilde işlendiği, iyi ve kötünün destansı savaşının masalsı bir şekilde anlatıldığı, çizimleri ve müzikleriyle de içeriğinin zenginleştirildiği, usta bir sanatçının elinden çıkma keyifli bir okumalık: Albatros Süvarisi.

İyi okumalar dilerim.

"Yaşamınızda kıymetli bir şey varsa o da adalettir."

15 Nisan 2014 Salı

Tolkien'den Hobbit Resimleri


İlk elime aldığımda şöyle göz ucuyla bakınmış ve gerçekten kaliteli bir çalışma olduğunu dile getirmiştim.

En baştan başlayıp, hiç acelem yokmuş gibi, yavaş yavaş son sayfaya dek geldim. Birkaç saatlik Orta Dünya gezintimden gerçekten büyük bir keyif aldım.

Yüzden fazla eskiz ve resim, en ince ayrıntısına dek açıklanarak okura sunulmuş. Bu açıklamaları hazırlayan kişiler tam anlamıyla Tolkienist bir beyne sahipler. Bir resmin eskizlerinin ardından son halini almasına dek geçen süreyi, o arada Tolkien'in neler yaşadığını, yayıneviyle ne gibi diyaloglara girdiğini o kadar güzel anlatmışlar ki, insan Tolkien'den sonra Wayne G. Hammond ve Christine Scull'a da hayran kalıyor.

Resmen 1920'li, 30'lu yıllara yolculuk yapıp Tolkien'in neler yaşadığına, yazdığı eser için yıllarca çırpınıp onu resimlerle süslemesine şahit oldum. Yayınevinin de Tolkien'den ne kadar memnun olduklarını anlamış oldum böylelikle. Tolkien'e duydukları saygıdan ötürü, o ne derse, "evet üstat, gene sen haklısın," der gibi kenara çekiliyorlar ve Tolkien'in, Hobbit'i süslemesi için gereken imkan ve zamanı tanıyorlar. Bu müthiş bir şey!

Profesyonel bir ressamdan Tolkien'e gelen "Hobbit kitabı için resimler çizebilirim" teklifini Tolkien'in uygun bir dille nasıl geri çevirdiğini de öğrenmiş oldum. Kitapta yer alan çizimlerin tamamının her ne kadar amatör olduklarını kendisi de kabul etse de, profesyonel bir ressamın çizimlerinin yanında, kendisinin çizmiş olduklarının çok sırıtacağını dile getirerek reddediyor. Bu sayede kendini eleştirip ressamı övüyor fakat gene de en iyisinin kendi hayal gücüyle çizdiği resimler olduğunu söylüyor. Bence çok iyi düşünmüş Tolkien. Bu durum, kendi eserine ne denli sahip çıktığına bir delil niteliğinde aslında.

Yani Tolkien yalnızca bir eser yazmakla kalmamış, yıllarca onunla yaşamış, resimlerle süslemiş, hatta kapak şömizini bile kendisi hazırlamış. Evet, çok şaşırtıcı. Gerçek anlamda kalbi Orta Dünya'da atanların kaçırmaması gereken bir hazine.

Son sayfayı da kapadığımda Hobbit'i tekrar okumuş gibi oldum desem hiç de yanlış olmaz. Önce bu güzide eseri hazırlayanlara, sonra da dilimize kazandıran İthaki'ye teşekkürler!

12 Nisan 2014 Cumartesi

Bir Zamanlar Anadolu'da


Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal
Yapım: Türkiye, Bosna Hersek
Tür: Dram, Polisiye
Süre:150 dakika
IMDb Puanı: 7.8
Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Muhammet Uzuner, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Ercan Kesal

Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü kazandığı "Bir Zamanlar Anadolu'da", 2011 yapımı bir polisiye dram (ve yol) filmi.

Başrollerini Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Muhammet Uzuner paylaşıyor. Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış ve Ercan Kesal gibi oyuncular da kadroda yer alıyorlar. Yılmaz Erdoğan ilk kez kendi projesi olmayan bir filmde karşımıza çıkıyor. Ceylan gibi üst düzey bir yönetmenden teklif geldiğinde karşı koyamamış olacak ki, rolü kabul etmiş Erdoğan ve filmin gücüne güç katmış.

Filmin süresi 150 dakika fakat bu zaman diliminin ilk 80 dakikası gecede geçiyor. Hatta öyle ki, bir an filmin tamamının bu şekilde olabileceği izlenimine kapılıyorsunuz. Hemen bir parantez açıp gece çekimlerinin çok başarılı olduğunu ekleyeyim. Karanlık, kasvetli, boğucu bir Anadolu havası ile selam veriyor bizlere Nuri Bilge Ceylan.



Bu 80 dakika süresince uzun sekanslar, doğadan manzaralar ve üç adet araba görüyoruz sürekli. Arabanın içerisindekiler bir yerden bir yere gidiyorlar ve belli ki bir şey arıyorlar. Polis, doktor, savcı, katil zanlıları, şoförler ve jandarma. Müziğin dahi olmadığı, bol diyaloglu sahneler izliyoruz ve filmin yarısına kadar gizem havası hakimiyetini yitirmiyor. Bir Zamanlar Anadolu'da bir "festival filmi" olduğundan, tüm bu detayların hepsini hoşnutlukla karşılıyoruz.

Filmi izleyip de sıkıldım diyenler işte tam bu esnada kendilerini ele vermiş oluyorlar. Böylesi harikulade bir filmden sıkılmak bence çok saçma. Bulmuşsun güzelim filmi, otur ve izle, daha ne diye şikayet ediyorsun? Ama yok, illa bir kusur bulacak. Her neyse.

Ben tek bir dakikada dahi sıkılmadım izlerken. Çok temiz bir iş çıkarmış Ceylan, gerek senaryo anlamında, gerek sanat yönetimi gerekse mekanlar bazında. Oyunculukların da etkili olduğunu eklersek zaten bu filme kötü demek pek de mümkün olmuyor.



Bir ceset aranıyor gecenin karanlığında bu ekip tarafından. Öldüren kişiler suçlarını itiraf etmişler ama ortada ceset yok. Bu arayış, ceset bulunana dek sürecektir ve bulunduğunda ise herkes üzerine düşen görevi yapacaktır. Aslında herkesin istediği de tam olarak budur. Bir sonbahar günü, bu çorak topraklarda, arabalarla bir o yana bir bu yana sürüklenmektense, cesedin bir an önce bulunması ve herkesin işine odaklanması daha iyi olacaktır.

Ekibin dinlenmeye karar vermesi ve konaklamak için yakındaki bir köye gitmelerinin ardından hikaye biraz daha açılıyor ve köydeki sahnelerde Anadolu insanının sıcaklığına şahit olmak, hikayede kendimizden bir şeyler bulmamızı sağlıyor. En azından büyük şehirlerde doğup büyümeyenler, o dağ ve köy havasını teneffüs etmiş olanlar için.

Hiç doğmayacakmış gibi duran güneş doğduğunda hikayenin ikinci kısmı başlıyor ve gizemler bir bir çözülüyor. Ceset bulunuyor ve o andan sonra izleyeceklerimiz de ceset odaklı oluyor. Ama bu, bir yandan da tüm karakterlerin hikayelerini ayrı ayrı öğrenmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Bire bir öğrenmesek de, hissediyoruz, ki bu da bir yönetmenlik başarısıdır nezdimde.

Doktor ve Savcı arasında geçen diyaloglara özellikle dikkat etmek gerek. Savcının anlattığı hikayeye doktorun sorularıyla zaman zaman geri dönüyoruz ve bu şekilde savcının hikayesi de finalde bir netlik kazanıyor. Doktor ise okumuş, entellektüel bir adam olarak Anadolu'nun bu ücra köşesinde görevini yerine getiriyor fakat sürekli gergin ve bir düşünme hali içerisinde. Ayrılmış olduğu eşinin izlerini, karşına çıkan kadınlara bakışından anlamak mümkün.

Filmin sadece bir sahnesinde müzik var, o da yağmur yağdığı bir esnada, arabalarla yola devam eden ekibin derin sessizliğiyle ve filmin ruhuyla çok güzel bağdaşan türden bir şarkı:  Allı Turnam, Neşet Ertaş. Tek kelimeyle müthiş bir sahneydi.



Elmanın daldan düşüp akan suyla beraber yuvarlanıp gitmesi, çavdar tarlalarının ve yaprakların rüzgarın da yardımıyla dans etmesi, gecenin karanlığında bir trenin geçip gitmesi, köy evinde muhtarın kızının çay servisi yaptığı bölüm, babası ölmüş olan bir yetim çocuğun koşarak topu oyun oynayan çocuklara geri atması gibi etkileyici sahneler de barındırıyor film. Özellikle filmin final sahnesi, tüm bu sahnelerden daha etkileyici:

Ceset bulunmuştur ve otopsi işlemi yapılmaktadır. Görevli cesedin içini açmakla meşguldür. Ve bu işlem esnasında çıkan sesler ile, okul bahçesinde oyunlar oynayan çocukların sesleri birbirine karışmaktadır. Film de böyle sonlanıyor işte. Evet, bir yerlerde insanlar ölüyor, hayat bazı kişiler için o anlarda duruyor fakat bir yerlerde de hayat devam ediyor. Ölüm de, yaşam da hayatın birer parçası. Hatta en önemli iki parçası. Böylesine vurucu bir sahneyle bitiyor bu uzun, izlemeye doyum olmayan film.

Nuri Bilge Ceylan, sinemamızda çok önemli yeri olan bir yönetmen ve "Bir Zamanlar Anadolu'da" ise onun, kelimenin tam anlamıyla şahlanışını simgeliyor. Sinemamızın da çok güçlü filmlerinden biri konumunda.

İzleyiniz.

10 Nisan 2014 Perşembe

OZ 3. Sezon

Dizinin üçüncü sezonu da bitti. Sezonsal olarak yolu yarıladım ama bölümsel olarak henüz yarısına gelmedim. Ama kesin olan bir şey var ki, bu şaheserden yirmi dört bölüm izledim.

"OZ" diyor birçok karakter sezonun hemen başında, yani on yedinci bölümde. Daha sonra ise Augustus Hill sezon açılışını yapıyor. Karakterler bir bir kadraja giredursunlar, biz de özlediğimiz o Em City atosferine kavuşuyoruz.

Üçüncü sezon ilk iki sezonla kıyaslamaya kalksam başarılı olamam sanırım. Bu yüzden şimdilik karşılaştırma yapmak istemiyorum çünkü izlediğim tüm bölümler çok güzeldi, hiçbirine kötü diyemem. Fakat bu sezonun öncekilerden ne farkı vardı derseniz, işte onlardan ve içerikten biraz bahsedebilirim.

Bu sezonda OZ'un adı değişiyor, ufak bir ekleme yapılıyor tabelaya lakin Augustus Hill'in de dediği gibi bu çok da önemli bir husus değil. Hapishane yine aynı hapishane, karakterler yine eskisi gibi, yani pek fark yok. Bunun haricinde hapishane yönetiminin almış olduğu bir kararla boks maçları düzenleniyor ve gönüllü mahkumlar, tüm hapishanenin seyirci olduğu bir alanda, ringde kozlarını paylaşıyorlar.

Böylesi bir yeniliğin OZ'da olması gerektiği gibi işleyeceğini kim iddia edebilir? Tabii ki her maç için bahisler açılır, paralar yatırılır ve bu şekilde müsabakalar daha heyecanlı bir hale gelir. Bahis ve OZ kelimeleri yan yana gelirse ne olur peki? Tabii ki bahisler adilce işlemez ve çeşitli hileler yapılır. Ryan O'Reily'i bu anlamda örnek gösterebilmek mümkün. Kardeşi Cyril ile birlikte hapishanede başka İrlandalı bulunmadığından ve kendilerini diğer mahkumların gözünde güçlü kılmak adına, şampiyonadan kardeşinin birinci çıkması için elinden geleni ardına koymaz. Cyril'in dövüşeceği kişilerin sularına hapishanenin revirinden çaldığı ilaçlarla uyuşturucu katıyor ve böylelikle Cyril çıktığı tüm müsabakalardan galibiyetle ayrılıyor! Bunun sonucunda da hem İrlandalı gücü artmış oluyor hem de O'Reily bahisleri kazanarak parasını katlıyor. Evet, O'Reily'nin sinsi, iki yüzlü ve zeki olduğunu söylemiştim.

Hapishaneye bu sezon gelen ve müslümanların safında yer alarak güçlü bir karakter portresi çizen Hamid Khan'i ilk başlarda sevmiştim fakat Said'e yaptığı yamuktan sonra bir anda gözümde değeri düştü. Cyril'in yumrukları sebebiyle ringde bayılması ve beyin ölümünün gerçekleşmesi ise, ne olursa olsun üzmüştür beni. Karakterlere kısa sürede alışıyoruz, öldüklerinde ise üzülüyoruz ister istemez.

Em City'nin yönetiminden sorumlu kişi olan Tim McManus, hapishaneye gelen yeni kadın gardiyanla olan ilişkisinin ardından tecavüzle suçlanıyor ve bu kadın durduk yere McManus'ın başına iş açmış oluyor. Bunun haricinde Adebisi'nin zorlamasıyla Kenny de McManus tarafından tecavüze uğradığını söyleyerek şikayeçi oluyor ve durum daha karmaşık bir hale geliyor. Mcmanus bence iyi bir adam ve bu tip suçlamaları da hak etmiyor. Umarım başına bir şey gelmez.

Simon Adebisi, Kareem Said

İlk sezondan itibaren zaman zaman kadraja giren bir diğer karakter ise Shirley Bellinger. Evet, kendisi OZ'daki nadir kadınlardan biri ve bence en güzeli. Ruh sağlığı pek yerinde olmayan bu kadın, içerisinde çocuğunun da olduğu bir arabayı göle sürmesi ve ölümüne sebebiyet vermesiyle OZ'a girmiş durumda. Cezası ise idam. Fakat bu sezonda onun hakkında önemli bir gelişme yaşanıyor: Shirley'nin idamına çok kısa bir süre kala hamile olduğu anlaşılıyor ve tüm itirazlarına (ölmek istemesine) rağmen idamı doğumdan sonraya erteleniyor.

Favori karakterim olan Miguel Alvarez'in latinlere kendini kanıtlaması için gardiyanın gözlerini çıkarması gerekiyordu, ikinci sezonun sonunda bunu yapmıştı hatta üçüncü sezonda gördük ki, bu bir işe yaramadı. Yine dışlandı ve hatta ölümle tehdit edildi. Zaten Alvarez geç de olsa yaptığı hatanın farkına vardı ve gözlerini çıkardığı gardiyanla yüzleştiği sahnede de bunu bizlere hissettirdi. Tecritte geçirdiği uzun zamandan sonra tekrar Em City'e gelmesi, bir cinayet daha işlemesine, Carlo Ricardo'nun ölümüne sebebiyet verdi. Hoş, Ricardo'yu öldürmeseydi bu sefer o onu öldürecekti. En sevdiğim karakteri üçüncü sezon boyunca ağız tadıyla izleyememek şahsımı üzmüştür ama henüz ölmemiş olması ve diğer sezonlarda da izleyecek olmam şimdilik kafidir.

Beecher-Keller-Schillinger üçlüsü arasında da yine bir sürü olay yaşandı sezon boyunca. Schillinger'ın oğlu da OZ'a düştü ve Beecher'ın planları doğrultusunda gitti gencecik çocuk, üzülmedim değil. Ama Beecher'a yakışmadı bu, oğlundan değil, babasından intikam alması daha iyi olacaktı. Beecher şu Keller'e yine kandı ya, daha da bir şey demiyorum. Umarım tekrar başına bir şey gelmez. Ayrıca Beecher'ın müslüman oluşu ve Said'le takılmaya başlaması da, üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta. Sezon finalinden bir önceki bölüm Müslümanlar ve Aryan Kardeşliği'nin (Naziler) kapışması ise sezonun zirve noktasıydı bence. Yani o şekilde noktalansaydı sezon, itiraz etmezdim.

Buna ek olarak, sezon finali de hiç yabana atılacak gibi değildi. Simon Adebisi önderliğindeki siyahlar ve siyahlara karşı Latinlerin, İtalyanların, Nazilerin ve İrlandalıların, yani tüm beyazların bir araya gelmesi çok korkutucu şeylerin yaklaştığının habercisi. OZ'da ırkçılık almış başını gidiyor zaten, bu tablo da dördüncü sezonda kıyametin kopacağına işaret olabilir. En azından ben böyle yorumluyorum ve siyah-beyaz çatışmasını izleyeceğimi öngörüyorum.

Bu sebeple de bir an önce dördüncü sezonu izlemek istiyorum fakat yine de diziyi bir anda tüketmek gibi bir amacım bulunmamakta. Yavaş yavaş, sindire sindire izlemek daha keyifli.

Ne de olsa OZ, bir televizyon efsanesi.

Şimdilik - Muzaffer Tayyip Uslu



İtiraf etmeliyim ki Muzaffer Tayyip Uslu'yu, (ve doğal olarak Rüştü Onur'u) oyunculuğunu, yönetmenliği ve kendisini ayrı ayrı sevdiğim Yılmaz Erdoğan'ın, çok konuşulan, çok sevilen ve çok sevilmeyen filmi "Kelebeğin Rüyası" ile tanıdım.

Tek tük şiir kitabı okuduğum olurdu önceden fakat günün birinde içten içe şiire ilgimin artacağını biliyordum, işte o günler geldi çattı ve şiir benim için daha fazla şey ifade etmeye başladı. İşbu sebeple İkinci Yeni falan okumaya başladım ve saire.

Film sayesinde tanıdığım bu iki genç şairin hayatları beni çok etkilemişti, filmi de çok sevmiştim üstelik. Ve sık sık alışveriş yaptığım kitapçıda denk gelince, "alıp okuyayım artık yahu," dedim, aldım ve okudum.

Kitaba önsöz yazan Muzaffer Soysal, Muzaffer Tayyip Uslu'nun yakın arkadaşıdır ve gelen rica üzerine bu teklifi değerlendirerek önsözü kaleme alır. Muzaffer Soysal'ın önsözde sarf etmiş olduğu şu cümle çok hoşuma gitti: "Şiir üzerinde araba dolusu söz söylemek neye yarar? Şiirin kendisi güzel ve cana yakın olmalıdır ki en katı yüreklilere bile tesir edebilsin. Ondan uzun uzadıya bahsetmek asıl davanın elden kaçırılmasına sebep olabilir."

Ve yine Muzaffer Soysal'ın söylediği şu cümle anlatıyor birçok şeyi: "Bu bakımdan, zevkine ve anlayışına eskidenberi hürmet ettiğim arkadaşımın bu küçük kitabını, iyiye ve güzele giden bu sanat yolu üzerinde atılmış kuvvetli ve samimi bir adım sayıyorum. Hemen şunu da ilave edeyim ki, Şimdilik, isminden de anlaşılacağı gibi, bir netice değil, bir "başlangıç"tır."

Görüldüğü üzere, bu kitap genç şairimiz Muzaffer Tayyip Uslu'nun edebiyat dünyasına adım attığı ilk "şey"i simgeliyor. Şimdilik, diyor Uslu, bu kadar. Ama devamı gelecek diyor. Daha çok şey yaşayacak bu beden ve daha çok şiir yazacak bu eller. Ama maalesef ki olmuyor. Çağın kanseri onu bu dünyadan alıp götürüyor. Yazacağı muhtemel nice güzel şeyler de o anda silinip gidiyor. Önce şair arkadaşı Rüştü Onur, sonra da kendisi. Genç yaşta yitirdiğimiz iki güzel, yetenekli şair.

Şiirleri haricinde gazete ve dergilerde yayımlanmış olan birkaç yazısı da mevcut kitapta. Onlardan birinde şöyle diyor Muzaffer Tayyip Uslu, ölen şair arkadaşı Rüştü Onur için: "Rüştü ölmüş... Ve ben daha şimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım." Üzücü.

Bu yazılar vesilesi ile Uslu'nun şiirde teşbih ve mecazlara karşı olduğunu da öğrenmiş oldum. Ve bence haklı da. İşte o cümlesi: "Şair harcıalem şeylere teşbih ve mecazlarla layık olmadığı bir değeri vermek için çabalayan bir sahtekar değil, bulanık düşünceleri berraklaştıran hakikat arayıcısıdır."

Ve şiir hakkında söylediği diğer birkaç cümle:

"İşte şair düşüncelerini en güzel şekilde ifade eden kimsedir."

"Şiir kelimelere tasarruf etme sanatıdır."

"'Şiirde insanı aramak' mürteci kafalı şovenlerin yaygaralarına ve terbiyesizce saldırmalarına kulak asmayarak sırf Türk edebiyatının selameti için insanı aramak... İşte genç Türk şairlerinin parolası."

Bu kısacık kitabındaki şiirlerini okumaktan büyük bir keyif aldım. Bazılarını Kelebeğin Rüyası'nda da duymuştuk zaten. O kadar naif, o kadar hüzünlü ama bir o kadar da neşe doluydu şiirleri. Şikayetçi olduğu şeyleri kağıda dökerken unutmadığı ve bizlere de sıklıkla hatırlattığı bir şey var. İşte onu şu dizeleriyle dile getiriyor Muzaffer Tayyip Uslu:

Şöyle bir etrafıma baktım,
Baktım ki yaşamak güzeldi hala.

Bence tanımalısınız bu genç ve ölümsüz şairimizi.

O, yalnız şiir yazardı.*

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü



İlk defa okuduğum Tezer Özlü'ye, ilk romanı "Çocukluğun Soğuk Geceleri" ile başlama kararı almıştım kısa bir süre önce. Ve nihayetinde bu kısa "romancık"ı okuyup bitirdim. İtiraf edeyim, fazla vaktimi almadı. Fakat bir şey daha itiraf edeyim, bittiği andan itibaren etkisi hala sürmekte. Kısa ama ağır bir kitap Çocukluğun Soğuk Geceleri".

Edebiyatımızın nostaljik prensesi olduğu söylenir Tezer Özlü'nün, ne kadar erken kaybettiğimiz, genç yaşta "daha yazacağı çok şey varken" öldüğü ve bu fani dünyadan "gittiği" konuşulur birçok yerde, birçok kişilerce. Edebiyatı seven kişiler zaten bilirler bu cümleleri fakat bilmekle yetinirler, günün birinde Tezer Özlü'yü okuduklarında ise işte bu cümleler birer birer anlam kazanırlar.

Bu andan sonra, yazar okunduktan, yazdığı şeyler ve kendisi sevildikten sonra, sıklıkla duyulan lakin duyulduğu anda hiçbir anlam ifade etmeyen, anında unutulan bu cümleler bir anda hiç olmadıkları kadar değerlenirler gözümüzde. Duyup unuttuğumuz o cümleler, beynimizin bir tarafına kazınırlar zamanla.

Ve işte tüm bu olanlardan sonra ise, ölümün ne kadar acı bir şey olduğu, herkes gibi kendinizin de bir gün öleceğinizin farkına vardığınız o korkunç anda, hatıralar üşüşür başınıza. Anılar ağırlaştıkça ağırlaşır, taşıyamaz olursunuz. İçten içe yiyip bitirir sizi tüm o yaşanmışlıklar. Ölümdür aslolan, kalan her şey fani.

Keşke daha çok yaşasaydı ve daha nice eserler kazandırsaydı bizlere Tezer Özlü, insan merak etmiyor değil ileride yazması muhtemel şeyleri. Sözün özü şudur ki, etkilendiğim bir kitap oldu Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Özlü okumak için de güzel bir başlangıç oldu benim için.

Konudan ve anlatılanlardan bahsetmeyeceğim bu sefer.

Okuyunuz.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Neverwhere



1996 yılında BBC tarafından, İngiliz yazar Neil Gaiman'ın kitabından uyarlanan bir mini dizi "Neverwhere". Fakat uyarlanma aşaması biraz karışık. Şöyle ki, Neil Gaiman aslında bir dizi senaryosu kaleme alıyordu BBC için, fakat senaryo olması gerekenden biraz fazla olunca Gaiman yazdıklarını bir romana dönüştürmekte karar kıldı. Bu sayede de hem kitap hem de altı bölümlük fantastik bir mini dizi ortaya çıktı.

Hikayemizin ana kahramanlarından biri Richard Mayhew adlı bir Londra sakini. Diğer ana kahramanımız ise "Aşağı Londra"da yaşayan genç bir kız: Door. Bu iki karakterin yollarının kesişmesi sonucu, fantastik bir yolculuk başlıyor.

Richard Mayhew, bir gün sevgilisiyle birlikte kaldırımda yürürken, yolda kanlar içinde yatan bir kız görür ve ardından durarak kıza yardım etmeyi amaçlar. Fakat bir davete yetişmeleri gerektiğinden, sevgilisinin yoğun baskılarına maruz kalır. Bir an önce kızı bırakmasını ve acele etmeleri gerektiğini söyleyen sevgilisini hiçe sayarak kızı kucağına alır Richard ve eve geri döner.

Door, Londra'nın altındaki Aşağı Londra'dan geldiğini, birilerinin peşinde olduğunu ve amaçlarınınsa kendisini öldürmek olduğunu söyler. İşte bu andan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır; hem Richard'ın hem de Door'un hayatında.

Richard ve Door haricinde de yine bizleri  izlemesi keyifli karakterler karşılıyor. Mr. Croup, Mr. Vandemaar, Marquis De Carabas, Hunter ve Islington bunlardan yalnızca bir kaçı.

Richard yardım ettiği bu kızın başına neler getirebileceğinden habersizdir ilk zamanlarda fakat Door kesinlikle normal biri değildir. Hem Yukarı Londra ve Aşağı Londra da nedir? Door tam olarak kimdir ve nereden gelmiştir? En önemlisi de söylediği şeyler gerçek midir? Fantastik şeylerden hoşlanıyorsanız eğer, Neverwhere'ü izleyerek bu soruların cevaplarını elde edebilirsiniz.

Yalnız şunu söylemek zorundayım: Newerhere kaliteli bir prodüksiyona sahip değil. Bunda 1996 yapımı bir dizi olmasını bir mazaret olarak kabul edemeyiz zira o yıllarda dahi çok daha kaliteli diziler mevcuttu. Bu yüzden gerek kamera kullanımı, gerek mekanlar, gerekse bazı karakterlerin kötü performansı sonucu, bu dallarda sınıfta kalıyor dizi. Ama senaryonun merak uyandırıcı olması, dizinin kendini izletmesine yeterli bir sebep. Veya işin içinde Neil Gaiman adı olduğu için görmezden gelebiliriz.


Son olarak dizide Islington adlı bir meleği canlandıran aktörün Peter Capaldi olduğunu söyleyeyim. Doctor Who hayranları yeni sezon başlamadan önce bu diziyi izleyerek Capaldi'nin oyunculuğu hakkında bir fikir edinebilirler sanıyorum. Ancak belirtmeliyim ki Islington üçüncü bölümün sonunda diziye giriş yapıyor. Bunun haricinde, Door adlı kızı canlandıran kadın ise Breaking Bad'in beşinci sezonunda Lydia'ya hayat veren Laura Fraser'dan başkası değil. İlk öğrendiğimde ben de şaşırmıştım ne yalan söyleyeyim, bu sayede gençliğini de görmüş olduk.

Yaklaşık otuzar dakikadan oluşan altı bölümlük bu fantastik diziyi izleyerek eğlenceli vakit geçirebilirsiniz.

Neil Gaiman severlere önerilir. İyi seyirler.

Hayvanlılar Şehri - Lauren Beukes


Bir yılı aşkın bir süredir okumak istediğim bir kitaptı "Hayvanlılar Şehri". Sonunda okuyabildim. Şimdi birkaç şey söylemek gerek hakkında.

Zinzi'nin görevi kayıp eşyaları bulmak. Yerel kütüphane, süpermarket ve araba camları gibi yerlere reklamını yapıştırıyor ve herhangi bir şeyini kaybetmiş müşteriler ise Zinzi'ye ulaşarak yardım istiyor. Zinzi, kaybolan şeyleri bulup sahiplerine iade ettikten sonra, emeğinin karşılığı olarak belirli miktarda para alıyor ve bu şekilde geçimini sağlıyor.

Yanında bir de tembelhayvan bulunuyor. Bu hayvan Zinzi'ye ait. İşlemiş olduğu cinayetin bedelini hayvanlanarak ödüyor. Yani Zinzi bir "Hayvanlı Kız".

Yine bir gün, kayıp bir eşyayı, Bayan Luditsky'nin yüzüğünü bulmaya çalışıyor. Buluyor da. Fakat yüzüğü sahibine götürdüğü esnada, yüzüğün sahibiyle arasındaki bağ kopuyor. Bayan Luditsky'nin ölmesi sonucu yüzük Zinzi'de kalıyor.

Tam o sırada, kalabalığın arasında Malta Kanişi adlı kişiden Zinzi'ye, bir insanı bulması teklif ediliyor. Zinzi'nin en hoşlanmadığı şey ise, kayıp bir insanı bulmak. Borçları bulunan Zinzi'ye acilen para lazımdır ve gelişen birkaç olay sonucu mecburiyet dahilinde bu teklifi kabul eden "Hayvanlı Kız" için tehlike çanları çalmaya başlayacaktır.

İtiraf etmeliyim ki, kitabın son sayfasını da kapadığımda yüzümdeki hayal kırıklığı görülmeye değerdi. 10 üzerinden 6 vermeyi düşündüğüm kitabın, son 50 sayfaya girdiğimde biraz hareketlenmesi sonucu puanımı 7'ye çıkardım. Bu bile yetmedi, kitap beklentimin çok altında kaldı. Ben daha "anlaşılır" bir hikaye bekliyordum mesela, içerik ise "karman çorman".

Hele hikayeye hiçbir katkısı bulunmayan birkaç bölüm var ki, es geçmek mümkün değil. İlk bakışta güzel düşünülmüş bir detay gibi gelse de, kitabın sonuna ulaştığınızda o bölümler anlamını yitiriyor. Ya kitap 700-800 sayfa civarında olmalı ve öykünün geçtiği dünya daha detaylı bir şekilde okura sunulmalıydı, ya da o tip gereksiz eklemeler yapılmamalıydı. Neyden bahsettiğimi de bir örnekle açıklayayım hemen: Mesela hapishanedeki "hayvanlılar"ın duygu ve düşüncelerinin olduğu bölüm. Çok ince bir detay ve oldukça da hoş, fakat bunun hikayeye ne gibi etkisi var işte onu çözebilmiş değilim.

Yazar kadın, yarattığı baş karakter de kadın, hikayenin geçtiği yer olarak da Afrika kıtasını seçmiş olması gizi özellikler biraz ilgi çekici gösterebiliyor kitabı. Hem Zinzi'yi çok sevdim mesela ben. Ağzı bozuk bir keş, muhteşem bir karakter, tembelhayvanı da öyle. Ama işte bir sorun var, bu kitap "tam olmamış". Az pişmiş yani. Yazım tarzı da çok iyi Lauren Beukes'un fakat keşke hikayeyi biraz daha olgunlaştırdıktan sonra kaleme alsaymış.

Ha unutmadan, kitap 2011 Arthur C. Clarke Ödülü'nün sahibi. Bilimkurgu değil de, şehir fantazyası türüne daha yakın olduğuna birçok yerde değinilmiş zaten. Bu yüzden bu ödülü, kitabı okuduktan sonra garipsedim.

Bunun yanı sıra, 2010'da da BSFA En İyi Kapak Görseli Ödülü'nü kazanmış bulunmakta. Son derece haklı bir ödül olduğunu belirtmem gerek. Gerçekten hoş bir kapak tasarımı var kitabın. Sevgili İthaki'ye de teşekkür etmek gerek, bu güzel kapağı bozmadan kitabı dilimize kazandırdıkları için.

Özet olarak: Okuduğuma pişman değilim, sadece biraz beklentimin altında kaldı, o kadar.

Zaman Makinesi - H.G. Wells


Aralık, 2012'de yazılmıştır.

Zaman Makinesi kısa sayılabilecek bir kitap olsa da, bitirmem biraz uzun sürdü.

Kitaba başlamadan önce anlatım şeklinin nasıl olduğu hakkında bir fikrim dahi yoktu. Okumaya başladığımda birinci tekil şahıs kullanımına biraz şaşırmıştım çünkü beklemediğim bir şeydi. Olaylar Zaman Gezgini'nin gözünden anlatılıyordu ve okudukça benimseme oranım da doğru orantılı bir şekilde artış gösterdi. Birinci tekil şahsa olan ön yargımın Joseph Delaney'le kırıldığını belirtmiştim birkaç yerde ve bu yüzden Wells'i okumam ve anlamam zor olmadı.

Fakat her ne kadar birinci tekil şahıs kullanılmış olsa da, üslubu biraz farklı Wells'in, bunu fark ettim. Zamanda yolculuk günümüzde klişe sayılabilecek bir bilimkurgu konusu olsa da, Zaman Makinesi'nin yazıldığı dönemde bu durum söz konusu değildi. Wells'in felsefik ve derin cümleleri oldukça etkileyici ve gerçekçi.

Baştan sona kadar kitapta bir gizem havası hakim. Kitabı bitirdiğimde birkaç dakika kendime gelemedim ve bu benim için nadir rastlanan bir duygu. Zaman Makinesi hakkında söylenebilecek birçok şey var aslında. Ben de kısaca fikirlerimi belirteyim dedim. Filmi de varmış, bunu yeni öğrendim. En kısa sürede izlemeye çalışacağım. (hala izlemedi)

Ayrıca harika bir final yazmış Wells. Zaman Gezgini nereye gitti ağbi? Çok merak ediyorum ya!

Biz - Yevgeni Zamyatin


Not: Okuduğum kitaplar hakkında, bitirdikten sonra ama az ama çok, genelde bir şeyler söylemeye çalışırım. Biz'i okuduğum zaman henüz Kara Dörtleme olarak adlandırılan kitapların tamamını okumamıştım, bu yüzden bir seneye yakın bir süre önce yazdığım bu yazıyı aynen buraya koyduğum için, geçen süre zarfında diğerlerini de okuduğumu belirtmek isterim. (Bakınız: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört) Diğer kitaplar hakkındaki yazıları da yakında ekleyeceğim.

Fark ettiğim bir başka şey ise, çok sevdiğim bu kitap hakkında ufacık bir yazı yazıp, yüzeysel değinmem oldu. Daha müsait bir zamanda Biz hakkında ve diğer distopya kitapları da kapsayan bir dosya hazırlamayı düşünüyorum. O zaman daha detaylı değinmeyi umuyorum, şimdilik bu yazı burada dursun.

Mayıs, 2013'te yazılmıştır.

Distopya denince Türkiye'de ilk akla gelen kitaplar; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451, Hayvan Çiftliği vs. Peki tüm bu kitaplar henüz yazılmamışken, türün ilk örneği, Distopya'nın atası niteliğindeki Biz neden geri planda kalıyor? Mantıklı bir açıklama yapabilmek mümkün değil.

Kara Dörtleme olarak tabir ettiğimiz listeden bir tek Fahrenheit 451'i okumuştum ve geçenlerde Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'e de start vermek üzereydim ki, neden en başta türün ilk örneği Biz'i okumadım diye sordum kendime. Sonra bıraktım elimden Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü ve gittim Biz'i aldım. Bin Dokuz Seksen Dört ve Cesur Yeni Dünya'yı Biz'i okuduktan sonra okumaya karar verdim. Bu sayede Biz'den sonra yazılmış olan bu romanların aralarında ne gibi benzerlikler olduğunu daha iyi kavrama şansını yakalayacaktım.

Nitekim okudum Biz'i. Ne de güzel düşünmüşüm! Kara Dörtleme'nin kalan iki kitabını da ilerleyen günlerde okumak niyetindeyim. Ama önce Biz hakkında bir şeyler söyleyelim.

Biz, şahsım adına bugüne dek okuduğum tüm kitaplar içerisinde rahat ilk beşimi zorlayacak denli etkileyici. Hiç beklemiyordum aslında bu denli sarsıcı bir eser.

Birey olmayı unutmuş, sistemin kölesi olmuş insanlar. İsimleri dahi yok. Numaralarla adlandırılıyorlar.

Ve biz de D-503 adlı karakterin ağzından öğreniyoruz tüm yaşananları. Aynı zamanda Entegral adındaki bir projenin de 'denek'i konumundadır D-503, amaç diğer gezegenlerdeki canlıları da Tek Devlet egemenliği altına almak.

Betimlenen dünyadaki her şeyin saydam oluşu bana çok garip geldi açıkçası ve korkunç! İnsanların en doğal haklarından biri olan seks bile izinle yapılıyor. Gidip bir süreliğine perdeleri kapama belgesi alıyorsun. Bir başka deyişle seks yapma belgesi. Ne kadar ilginç değil mi?

Numaralı her bir kişinin genel adı ise "Biz". Bazı şeylerin farkına varıp uyanan D-503'ün BİZ'likten çıkarak BEN olma yolculuğu. Çalkantılı aşk yaşamını da günlüklerinde gözler önüne seriyor D-503. Kendi içinde yaşadığı çatışmalar çok güzel yansıtılmış.

Kısaca harikulade bir eser Biz. Okumayanlar daha fazla zaman kaybetmesinler bence. Ve önerim orjinal çeviriden yani İthaki'den okumanız yönünde. Gerçekten çok iyiydi çeviri. Emek harcanmış. Numaralar da kalın puntoyla yazılmış gibi gibi. Bu kitabın Türkiye'de daha çok bilinmesi açısından Can Yayınları'ndan çıkmış olmasını isterdim elbette. Çok satsın, çok okunsun isterdim.

Ve evet, bol bol altı çizilesi cümleler mevcuttu kitabın içerisinde. İşte onlardan yalnızca üçü;

"İnsanı suçtan arındırmanın tek yolu onu özgürlükten arındırmaktır."

"Bilgi de neymiş! Bilgi dediğin sizin korkaklığınızdır. Doğru olan nedir ki? Siz sonsuzluğu bir duvarla sınırlamaya çalışıyorsunuz. Evet! Gözleriniz kapalı olarak bakınız. Evet!"

"İnsan son sayfasına kadar ne olacağı bilinmeyen bir roman gibidir. Başka türlü olsaydı okunmaya değmezdi..."

5 Nisan 2014 Cumartesi

OZ İlk 2 Sezon

Yazı ilk iki sezon hakkında bir dolu spoiler içerir.

Uzun zamandır OZ ve The Wire'ı izlemek istiyordum, OZ'a başladım. Elli altı bölümden oluşan dizinin sekizer bölümlük ilk iki sezonu bitirdim hatta, üçüncü sezona geçerken de bir şeyler söylemek istedim.

Geçenlerde bir yerde okumuştum "The Wire'a giden yol OZ'dan geçer" yazıyordu. OZ bittikten sonra hemen The Wire'a başlayacağım ve böylelikle bu iki efsane diziyi peş peşe izlemenin keyfini yaşayacağım.

İlk bölümü gayet iyiydi. Prison Break''de gördüğümüz o hapishane ortamının daha sert bir versiyonu OZ. Ama sakın Prison Break'le karşılaştırmak gibi bir hataya düşmeyin. Prison Break hapishaneden kaçışı anlatır, OZ ise hapishanenin ta kendisini. Hapishane içerisinde yaratılmış bir efsane diyebiliriz sanırım.

Diziye başlamadan önce de epey bir araştırma yapmıştım hakkında. Sert bir dizi bekliyordum ve beklediğim gibi de çıktı açıkçası. Hem de daha ilk bölümden. Senarist Dino Ortolani gibi efsane olabilecek bir karakteri ilk bölümde öldürerek bizlere OZ gerçeği hakkında bir ön gösterim sunuyor adeta. Bunun bir fragman olduğunu ve bundan sonrası için kendimizi hazırlamamız gerektiği sonucunu çıkarmamız gerekiyor.

OZ bir hapishane ve dizide geçen olayların ana mekanı da hapishanenin "Em City" adlı bölümü. Çok nadir de olsa, zaman zaman diğer bölümleri de görüyoruz fakat hiçbiri Em City kadar çekici değil.

OZ karakter odaklı bir dizi değil. Sağlam karakterler bir bir ölüyor fakat bu hiçbir problem teşkil etmiyor. Çünkü ölen karakterin yeri anında bir başkasıyla dolduruluyor ve bu döngü bu şekilde işleyip gidiyor. Tabii OZ'a yeni gelenler kendilerine bir grup bulmazlarsa hayatlarına devam etmeleri mucizelere kalıyor. Yeni gelen karakter ya güçlü bir imaj yayıp kendini korumalı, ya da kendisinden istenen her şeyi yaparak günün sonunda ölmediğine şükretmeli.

Tobias Beecher adlı karakter bu anlamda mükemmel bir örnek. Bir anlık dalgınlıkla ufak bir kız çocuğuna çarpıyor ve kendini OZ'da buluyor. Üstelik kendisi bir avukat, evli ve çocukları da var. OZ'a geldikten sonra hayatı bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır Beecher'ın. Bir karakter evrimine hep birlikte tanık oluyoruz bu şekilde. İlk zamanlarda çok güçsüz, itilip kakılan bir karakter iken, artık bu duruma daha fazla tahammül edemeyeceğine karar verip kendini korumaya başlar. Üstelik, bunu başarır da.

En dikkat çekici karakterlerden birisi de hiç kuşkusuz Augustus Hill. Dizinin yoğun temposunda Hill'in konuşmaları bir nebze de olsa nefes aldırıyor izleyiciye. Hayatı sorgulatıyor ve OZ'da yaşanan olaylardan kendimize bir pay çıkarmamız gerektiğini anlıyoruz. Dahiyane bir fikir bu, takdir edilesi.

Önce Dino Ortolani sonra Jefferson Keane derken sevdiğim karakterlerin birer birer ölümlerini izlemek beni çok üzmüştü diziye yeni başladığım zamanlarda, ama sonra fark ettim ki OZ'un efsane olmasının tek sebebi de bu aslında. Adamlar "bu çok sağlam karakter, seveni fazla, öldürmeyelim" diye düşünmemişler, sırası gelen gidiyor. Bu yönüyle diğer tüm dizilerden ayrılıyor OZ. Çünkü ne olacağı belli değil. Herkes birbirinin ayağını kaydırmakla meşgul. Hiç kimse güvenilir değil.

Kareem Said gibi bir karizmatik karakter daha yoktur herhalde. Sadece müslümanların değil, sezon finalinde tüm Em City'nin saygı duyduğu bir karakter olup çıkıyor. Yine ikinci sezonda da yardıma ihtiyacı olan herkese dil, din, ırk tanımadan yardım etmesi, sezon finalinde ise  tahliye kararını reddetmesiyle de gönüllerde taht kurmuştur. Benim de ilk iki sezon itibarıyla en saygı duyduğum karakterdir kendisi.

İlk sezonda özellikle uyuşturucu ticaretini çok iyi anlatmışlar. Bir hapishanede yaşanabilecek her şey son derece gerçekçi bir şekilde izleyiciye aktarılıyor. Cinayet, tecavüz, uyuşturucu kaçakçılığı, homo erkekler ve daha bir çok unsur. Hatta idamı da ekleyebiliriz bunlara. Yaşanan onca şeye ek olarak idam kararının da uygulanması işleri daha da vahimleştirmiş durumda.

Ryan O'Reily çok sinsi ve iki yüzlü bir karakter. Fakat OZ gibi bir yerdeyseniz eğer, bu özelliklere ihtiyacınız var demektir, bu yönden baktığımızda O'Reily'nin çok zeki bir karakter olduğunu söylemek mümkün. Aynı zaman da güçlü de, bu şekilde tehlikelerden uzak kalabiliyor. Kanser olması ve kardeşinin de hapishaneye düşmesi onu çok da fazla etkilemiyor. Veya etkilendiği halde bunu dışa yansıtmamaya, hayatta kalmak için güçlü olmaya devam ediyor. Aynı zamanda gerçek hayatta kardeşi olan Cyril O'Reily'e olan sevgisini görmek, onu korumak için her şeyi göze almasına tanıklık etmek güzel anlar yaşatıyor izleyiciye.

İlk sezonun finalindeki isyanın ardından ikinci sezonda hapishane eski işleyişine geri dönüyor ve mahkumlar bir nevi başarısız oluyorlar. İsyan sırasından ölen mahkumlar ve gardiyanlar için soruşturmalar başlıyor, herkes tek tek sorgulanıyor ve kısa süre sonra Em City tekrar o bilindik havaya bürünüyor. İsyanın biraz daha uzun sürmesi ve yönetimin mahkumlarda olması daha mı iyi olurdu acaba diye düşündüm bir an için fakat OZ'un senaristlerine güvendiğim için, içim rahat bir şekilde izlemeye devam ettim.

Birer saatlik bölümler öylesine güzel akıp geçiyor ki, tek bir an dahi sıkılmıyorsunuz izlerken. Sahneyi bir karakter terk ettiğinde en az onun kadar sağlam bir karakter o boşluğu dolduruyor ve bu şekilde sahneler bir biri ardınca kayıp geçiyor.

Dino Ortolani, Jefferson Keane, Grove, Nino ve Scott Ross gibi daha bir sürü karakteri ilerleyen sezonlarda göremeyeceğiz fakat yeni katılan karakterle boşlukları dolacaktır elbette.

Son söz olarak da şunu söylemek istiyorum:  1997 yılında televizyona adım atmış olan böyle bir efsaneyi izlediğim için kendimi şu an çok şanslı hissediyorum. İzlemeyenler adına da üzülüyorum. İzleyip de sevmeyenler adına daha çok üzülüyorum.

2 Nisan 2014 Çarşamba

The Walking Dead 4.Sezon Finali



The Walking Dead iki gün önce, dördüncü sezonunun on altıncı bölümüyle izleyicilerine veda etti ve böylelikle yeni sezon için altı ayık bekleme süreci de başlamış oldu.

Birinci ve ikinci sezon finallerinden sonra üçüncü sezon finali çok durgun gerçekleşmişti ve bu yüzden dördüncü sezona merak unsurunu taşıyamamışlardı. Dördüncü sezon finaliyle ise ilk ikisine benzer bir şekilde, heyecanın ve gerilimin hat safhada olduğu bir sezon finali izledik. Adeta haftaya yeni bölüm gelecekmiş gibi bitirdiler ve bizi aylar sürecek zorlu bir bekleyiş süresiyle baş başa bıraktılar. Neyse, en azından birkaç gün sonra Game of Thrones başlıyor.

Game of Thrones demişken, The Walking Dead'in kurgusunu da ben biraz Game of Thrones'a benzetiyorum açıkçası. Ne alaka derseniz eğer, iki dizi de çok ağır işliyor, detaylar üzerinde çok fazla duruluyor ve karakterler çok derin bir şekilde işleniyor, bir bölümde geçilebilecek şeyler üzerinde en az beş-altı bölüm duruluyor. Çizgi romanların da fazlalığını düşünürsek eğer, böyle olması son derece doğal. Çünkü senaryo sıkıntısı yok ve oyuncular açısından bir sıkıntı olmadığı sürece, bi beş sezon daha çekmeyi düşünüyorlardır herhalde.

Durgun geçen bölümlerin ardından sezon finali ilaç gibi geldi. Hatta sezon finalinden önceki bölüm de çok iyiydi. Glenn ve Maggie'nin duygusal kavuşmaları ve nihayet Terminus'a ulaşılması sezon finali açısından önemli gelişmelerdi.



Diziyi takip eden hemen herkese Terminus'un bir tuzak olabileceği düşüncesi hakimdi. Öyle de oldu. Hala tam olarak anlayamasak da Terminus'daki insanların amacını, "tuzak" tahminlerimiz netlik kazandı. Rick ve tayfası silahsız bir şekilde esir düştü. Neyse ki henüz Tyreese ve Carol Terminus'a ulaşmadı ve tahminlerime göre de bu ikisi sayesinde Rickler bir şekilde kurtulacaklar oradan. Tabii kurtulma esnasında grubumuz kayıp veya kayıplar da verebilir. Garanti olan bir şey var ki, beşinci sezon açılışı epey kanlı olacak.

Karakter analizini iyi yapan bir dizi The Walking Dead ve bu sayede de dramasal yönü güçlü. Sezon finalinde de yine flashbackler'le bize Rick'in değişimini anlattılar. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan Rick'in, Carl için her şeyi göze alabileceğini gösterdiler. Joe'nun şah damarını tek hamlede ısırarak kopardığı sahne de dizinin unutulmazları arasına girecektir şüphesiz. Ve yine sezon finalindeki önemli sahnelerden biri de, Rick'in, Daryl'e, "Sen benim kardeşimsin," dediği sahnedir hiç şüphesiz. Çok iyiydi ikisi arasındaki diyaloglar.



Daryl ve Beth'in birkaç bölümlük ilişkisini izlemek çok güzeldi fakat Beth bir anda kayıplara karıştı, nerede olduğunu merak etmiyor değilim. Daryl demişken, dördüncü sezon da bitti ama Daryl karizmasından hiçbir şey kaybetmedi. Sadece bu dizi içerisinde değil, televizyon tarihinin en karizmatik karakterlerinden birisidir zannımca.

Şimdi beşinci sezonu bekleyebiliriz, evet.

Çırılçıplak Aşk - Aret Vartanyan



Tavsiyelerine güvendiği kişinin önerdiği bir kitabı okuyanlara, 10 puan! (Okuma Şenliği Bahar 2014)

Kişisel gelişim kitaplarıyla ülkemizde çok satan yazarlar arasında Aret Vartanyan. Kendisine duyduğum ilginin sebebi Cem Adrian ve okuyanpenguen'dir. Aret'in, Cem'i çok sevdiğini ve özellikle son kitabında Cem Adrian ve bazı şarkılarının isimlerinin geçtiğinden haberdardım, bu sebeple kendisini daha yakından tanımak adına kitaplarını okumak istemiştim.

Daha fazla gecikmemek adına, yazarın son kitabı Çırılçıplak Aşk'ı, okuyanpenguen'in önerisiyle okudum. Çok fazla kişisel gelişim kitabı okuduğum söylenemez, bu yüzden Aret Vartanyan'ın diğerlerinden farkı nedir sorusuna cevap verebileceğimi zannetmiyorum. Ama en azından okurken sıkılmadım. Sohbet havasında yazılmış bir kitaptı ve güzel bir sohbet oldu açıkçası.

Aret Vartanyan okurlarıyla konuştuğunu hayal ederek yazmış ve bence güzel bir düşünce. Okumaya devam edeceğim birkaç kısımda, "Şimdi bırak kitabı, biraz ara ver, başka bir şeylerle uğraş," dediğinde sözünü dinledim ne yalan söyleyeyim. Hoş bir deneyim oldu böylesi.

Biraz da anlatılan şeylere değineyim.

Kitabın tamamı aşk olgusu üzerine kurulu. Tek bir konu üzerine bu kadar çok sayfa yazmayı herkes başaramaz, bu bir gerçek. Birkaç yerde kendini tekrar ettiği oldu tabii ve birkaç yerde de önceki söyledikleriyle çelişti. Bunlar haricinde pek bir sıkıntı göremedim ben. Güzel şeyler öğrendim aşk ve ilişkiler hakkında, yani kitabın yararı dokundu bana. Ve bolca altı çizilesi cümle mevcuttu. Geçmiş ve anılara takıntılı biri olarak burada yalnızca birini paylaşacağım:

"Geçmiş su yüzüne çıkıyor, hiç hatırlanmak istenmeyenler hatırlanıyor. Onlar bizimle, bizim parçamız."

Değinmediğim bir şey kalmış. Kitapta aşk temalı dört adet öykü de vardı. Suyun Dibinde Bir Nefes, Bir Şey Eksik, Boş Odalar ve Büyümek İstemiyorum adlı öykülerle Vartanyan öykücü kimliğini de ön plana çıkarmış.

Son olarak yazarın dilini ve en önemlisi de dünyaya bakış açısını sevdim. Umut dolu bir insan, okurlarına da umut saçıyor. Çırılçıplak Aşk'tan önce yayınlanmış olan diğer dört kitabını da okumak istiyorum Aret Vartanyan'ın. Umarım sıra gelir.